2009/12/30

sıfır kilometre


Saati sıfırladım, yeni döneme hazırım. Yaşasın New York!

Giderken moralmanlarım bozuk, deprasyonlarım had safhadaydı; üstüne bi de chinatowndan bindiğim şahane otobüsteki dombik teyzemin tam bi saat hışır hışır hediye paketi yapması ve öndeki veledin ağlaması eklendi, daha da bi güzel oldu. Ama otobastan indiğim gibi nur indi, oh be, karmaşa, oh be çaynatavn itişkakışı! Özlüyo insan bunları Bostonyada.

Bu NY keretasını ilk ziyaretimde hiç sevmemiştim, döndüğümde Boston metrosunda bi oh çekmiştim; basit metro, şüphe çekmeyen germeyen insanlar, güvenli ortam, insanın üstüne üstüne gelmeyen binalar.. Artık NYtan döndüğümde tiksiniyorum Bostondan. Birbirleriyle göz kontağı kurmayan über-beyaz halk, kıytırık metro, steril sokaklar, minicik evler.. Yine öyle oldu; artık baya baya alıştım NYun karmaşasına hareketine stresine.

Ama beni sıfır kilometre eden NYun ev yerine geçmesi oldu bu sefer. Öncelikle İstanbul kaosu mu aradın, aha buldun. Sonralıkla Güllüoğlu NY. Allaaaaaam! 2 gün üstüste kahvaltıda simit, ıspanaklı gül böreği, patatesli gül böreği, poğaça, zeytinyağlı biber dolması, kaymak... Nasıl özlemişim! Garsona türkçe sipariş vermek, keza. Diğer masalardaki dallama bi kaç türk bile iyi geldi diyebilirim. Ha bi de çıkışta "abi union square'e hangi metro gider?" diyip "sağa dön, starbucks göreceksin, ordan düz git, mcdonaldsın önünde" cevabını almak; yürürken önünden üstünde biskrem ve çokonat reklamı olan ülker kamyonunın geçmesi ve o sırada bi türk teyzenin "sağa gidicez sağa" diyerek omuz atıp geçmesi. Valla sanki o güllüoğlu-metro arasındaki 5 dakikada İstanbula gittim geldim kadar oldu, özlemim aktı gitti! Hatta bi de saatler geçirdiğimiz Strand Bookstoredan güvercinli çanta aldım, sanırsın İstanbul çantası. Aaaa, bi de bi de bi deee! Sokak hayvanı okşadım! Bostonda nerdeeeee, NYun sincapları yavşak çıktı, 2 badem 3 cevize ellettirdiler kafacıklarına. Bir dileğin daha gerçek oluşu. check! Yannız hırsıma kurban olup 3.de de şansımı denedim ve parmağı zor kurtardım. Kuduz mu geçer ki bunlardan, ne geçer? (sincaplara yemek verirken arkadaşımla aramızda geçen konuşma: G: aaaa badem ve ceviz var çantamta, hadi verelim şu tombiklere. O: Kız simit versene [tabiki yanımıza da sardırdık simit], bademleri biz yiyelim. G: Lan ziyan eder miyim ben simidimi sincaba, manyak mın!!)

işte tarihi belge:





Yannız sıfır kilometre aynı zamanda banka hesabımı da niteliyor, o fena oldu, 4 günde maaşı bırakıp geldik... Bi de Tim Burton için önceden bilet almak gerekiyomuş arkadaş, nisandan önce bi daha gitmek şart oldu!

Neyse efendim, sözlerimi bir şiirnen noktalıyiciğim bugün. Ev arkadaşıma aldığım ama herhangi bi ev arkadaşına vermek için fazla erotik olduğunu dönüş yolunda okurken fark ettiğim Neruda'nın aşk şiirleri kitabından tam bir kıytırık kız edasıynan "ay bana yazmışşşşş, aynı beeeeaaaaaaaaaannnn" diyerek okuduğum şiirin ispanyolcasını yazıciğim ki kimse anlamasın bi ben anlıyım hohoho! Mi pozo cerrado'dan Ny sayesinde çıkışımın ve sin jirones de lo que hallé en la profundidad de mi existencia oluşumun şerefine geliyor:


EL POZO
A veces te hundes, caes
en tu agujero de silencio,
en tu abismo de cólera orgullosa,
y apenas puedes
volver, aún con jirones
de lo que hallaste
en la profundidad de tu existencia.
Amor mío, qué encuentras en tu pozo cerrado?
Algas, ciénagas, rocas?
Qué ves con ojos ciegos,
rencorosa y herida?
Mi vida, no hallarás
en el pozo en que caes
lo que yo guardo para ti en la altura:
un ramo de jazmines con rocío
un beso más profundo que tu abismo.
No me temas, no caigas
en tu rencor de nuevo.
Sacude la palabra mía que vino a herirte
y déjala que vuele por la ventana abierta.
Ella volverá a herirme
sin que tú la dirijas
puesto que fue cargada con un instante duro
y ese instante será desarmado en mi pecho.
Sonríeme radiosa
si mi boca te hiere.
No soy un pastor dulce
como en los cuentos de hadas,
sino un buen leñador que comparte contigo
tierra, viento y espinas de los montes.
Ámame, tú, sonríeme,
ayúdame a ser bueno.
No te hieras en mí, que será inútil,
no me hieras a mí porque te hieres.

2009/12/27

laissez-faire (bırakınız yapsınlar--çiş)

Bu köpek işi ne zormuş arkadaş! İstediğin kadar geç yat, sabah sike sike erkenden kalkıp gezdirmen lazım hayvanı. Sonra öğlen. Sonra gece. Ay bi de anlayamadım da, ilgi ne zaman istiyo, ne zaman bırakmak lazım. Sanki hep ilgi istiyo gibi. azıcık bakmadığımda üzülüyo gibi hissediyorum. Kendimi köpeğe endeksledim resmen. Oysa kedi öyle mi, ne güzel kendince yaşıyo, kendi alışkanlıkları, kendi rutinleri var, kendi hayatı var hayvanın. İlgi istediğinde belli ediyo, istemediğinde de sıçıyo adamın ağzına. Anladım ki "ben hem kedi hem köpek insanıyıııııııııımmmmmmmmm" değilmiş. Kedi it is. Nokta.

Ya bi dakka, bu post çok fena dağıldı. Tam yazarken 5 dakika içinde evden çıkıp sinemaya gittim. Ne yazmakta olduğumu bile unuttum. O derece boşmuş yani yazacaklarım. Ama onu zaten bi geçmiştim ben di mi.

Galiba kedi köpek mevzusunda vardı bir iki lafım daha.. Ama artık yok. Demek ki buraya yazmadan önce bir iki saat beklesem hiç bişi yazmıcam aslında.

Eve dönerken sevimli bi olay oldu. arkadaşım metrodan indi, ben de iki istasyon sonra inicem. Arkadaşın bıraktığı şahane guido bıyığın arkasından salak salak gülümserken metronun dışında pek tatlı bi çocukla gözgöze geldim. Ama kapılar kapandı. Çocuk durdu ve gülümsedi, e ben de ulan kırk yılın başında bi insan gibi davran dedim kendime, o yüzden daha bile çok gülümsedim. Çocuk cama yaklaştı, böyle tatlı tatlı baktı ve metro hareket etti. Çocuk metroyla birlikte bir iki adım attı, sonra metro hızlandı. Vay anasını, oluyomuş demek ki hayatta böyle tatlı olaylar dedim. İçime de bi kurt düşmedi değil, acaba beklesem mi bi sonraki istasyonda inip diye. Sonra dedim ki ulan bi tane romantik komedi (aslında iki, bugün çaktırmadan bi de Dan in Real Life'ı izledim. ama sor bi neden? Juliet Binoche için tabiki!) izledin diye yaşamı da romantik komedi sanma. Yürü git evine, köpeğin sidik torbası patladı patlayacak! Gerçi gittim de noldu.. Zoey'nin sahibinin ev arkadaşı dönmüş tatilden, çocuğu bi güzel uyandırdım gecenin yarımında, "hanimiş benim şekerim hanimiş benim yımışaaaaaaaammmm" diye bağırarak. Tam filmlerdeki gibi gözlerini ovuşturarak çıktı odadan çocuk, bişiler bıkbıkladı; ben tabi utancımdan anlamadım, köpee çıkardım dışarı. Ama işememesinden anladım ki çocuk çıkardım ben zoey'i demiş. ahh ahh! Bu da böyle bi zincirleme taze-anı işte.

Ama en azından evde birinin olduğunu bilmek güzel. 11den sonra eve döndüğümde ve bizim evde yalnızsam illa bi korkuyorum. Bi de üstüne üstlük alttaki iki komşu da yoktu 3 gündür. Zaten bomboş lan her yer, bütün mahalle mi tatile gitti noel için?

haha, yarın onlar dönerken ben gidiyo olucam ama. Hola Nuevo York, hasta luego Boston!


lan çok şugar da bi çocuktu haaa, craigslistteki missed connections'a ("eheh meraba 89 numerolu otobüsteki turuncu bereli kız, bana ne güzel baktın. eğer bunu okuyosan yazan tosun sana kosun" tarzı mesajların yazıldığı site) bakiim bari.

2009/12/24

simplicity sana kurban olem!


işler güçler dersler ödevler bitti ya, heralde bi daha 3 günde bir yazarım hehe. oh ne güzel herşeyin basite inmiş olması. böyle misafir çağır, gün boyu yemek yap, gece iç sıç gül geber, sabah kalkama, öğlen saatlerce bulaşık yıka, çalışmaktan beynin büzüşüceğine parmakların büzüşsün falan suyla temastan! allaaam ne şahane hayat!

Bugün de evi anırta anırta temizlicem, ovucam parlatıcam, yeter diye inletcem şerefsizim! beyni stand-by'a almanın dayanılmaz hafifliği!

hatta şimdi de bakıcılık etmekten mutluluktan öldüğüm komşunun köpeğini gezdirmeye çıkarıcam karlar arasında.

burdan şu yeni gördüğüm (monera beyler sağolsunlar) karikatürü de blogumu en iyi anlatan eser olarak paylaşmak isterim. önceden izleyen mizleyen yoktu, kendimce bıkbıklıyodum. şimdi ulan bi tedirgin oluyorum hep, yav bi tane dişe dokunur laf et kadın, bak okunma riski var bunnarıııııın, diyorum. ama şu karikatürdeki tombiki aşamıyorum (ayrıca her birinin surat ifadesini tek tek incelemek de priceless!)





2009/12/22

memories of future.

Moralim bozuksa, evdeysem ve elimin altında bi "yüzyıllık yalnızlık" varsa, hiç beklemem, hemen açarım. ama sadece ik cümleyi okumak için. kitap, en değerli kitabımdır, o ayrı.fekat ben öyle "dur" diyip elime rasgele bi roman alıp rasgele bi sayfasını açıp rasgele bi süre okuyup bırakan bi insan değilim. kitap ya okunur ya da okunmaz benim tükkanda. göz atılıp bırakılmaz. ama işte moralim bozuksa, göz yaşları bööyle elleri zilin üstünde bassak mı diye beklediklerinde, canım çikolata bile çekmediğinde falan sadece ve sadece yüzyıllık yalnızlık ve sadece ve sadece ilk cümlesi üzerinden, yaparım bunu. Bi de çok aşırı mutluyken, böyle gözlerimden neşe parçacıkları sıçrarken, keyiften canım çikolata bile düşünmediği anlarda yaparım.

demin ödevime epigraph yapsam mı diye aldım kitabı elime, cümleyi okudum ve kitabı kapadım. eyvah ki ben şartlanmışım! Bçyle bi salak oldum, üzgün mü olmalıyım, çok mu mutlu olmalıyım, neler oluyor aptallığına kapıldı hisler! o yüzden hemen neşeli moda geçmeye çalıştım ki yılların sihri bozulmasın, şeker de yiyebilsinler.

"Many years later, as he faced the firing squad, Colonel Aureliano Buendia was to remember that distant afternoon when his father took him to discover the ice."

“Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı."

bi de şöyle bir şey var. mutsuzken hep buza takılırım ve romanın ilersindeki buz sahnesine flashback'lenirim. Jose Arcadio'nun Melquiades karşısındaki hevesini, bakışlarını, enerjisini düşünürüm. Ve illaki mutlu olurum.
mutluyken de hep idam mangası sahnesine giderim, Aureliano'nun hayatı böyle bi film şeridi gibi geçer gözlerimin önünden, sonra da illaki Ursula'nın ölümü, ya da küçülüp gitmesi gelir aklıma, üzülürüm.

heralde bu yazılmış en güzel giriş cümlelerinden biri. daha hiç bilinmeyen ve hiç yaşanmışlığı olmayan, yani hala gelecekte olan bir karakter, uzak gelecekteyken yakın geleceği hatırlıyor o uzak öğleden sonraki. kitabının düşüncesel açıdan neyle ilgili olacağını bu kadar çaktırmadan ve nefis bi şekilde nası verebilir bi insan hala aklım almıyor. çok seviyorum, keşke babam ya da dedem olsaydı diyip duruyorum!

bi de (ikinci bi de oldu bu-yazma kabiliyetsizliği diz boyu!) bugün eylülde gine'de olan katliamla (stadyumda toplanan protestocularun üstüne orduyu salmaca, ölenlerin dışında bir sürü kayıp) ilgili raporu okuyordum, kitaptaki yaşanır yaşanmaz unutulan katliam (meydanda toplanan grevcilerin üstüne orduyu salmaca, ölenlerin dışında bir sürü kayıp) geldi aklıma, yine ah GGcim dedim.



neyse işte, bi tane de böyle edebiyatla ilgili bişi yazmışlığım olsun dedim, hazır edebiyatla ilgili ödevleri bitiremez dururken..

2009/12/20

menüde ben varım, naaaber?


Annem geçen sene ben Amerika'ya gelince benim eski çelik kasa toşiba'yı yüklenip her gün bilgisayar kursuna gitti. Amaç benle çet yapabilmesine yetecek bilgisayar okur yazarlığı edinmek. Herhalde birçok kişinin annesinin full kursa ihtiyacı yoktur ama benimki mouse bile tutamıyordu önceden, o derece. Kurs da böyle bildiğin Powerpoint'ten Access'e kadar her türlü Office programını öğreten bi kurs. Be kadın, gitmesene o derslere! Geçen sene ben gecenin körlerine kadar ödev yaparım, o da yok Accessten menü hazırlar, yok Excelden bütçe çıkarır; her pazar biz bilgisayar karşısında kör oluruz. İşin kötüsü msn öğrenmeye vakti kalmadığından biz yine adam gibi konuşamayız. Neyse kurs bitti, sınava girecekler. Annem harıl harıl çalışıyo, habire bana hiç bi fikrimin olmadığı sorular soruyo, Excel'de bilmemnenin yüzdesi nasıl alınıyodu gibi. Ben hayatımda Excel açtım mı, onu bi sor sen önce bana! Anne niye kasıyosun, sertifika için giriyolar o sınava diyorum; yok, öğretmenimi mahçup mu edeyim diyor. Kendi öğretmen ya. Bi de heralde hırs yaptı, 55 yaşımdan sonra kafa hala işliyo diye göstermek için. Sen git sınavda birinci ol! Koca bilgisayar kursunu benim cep telefonu mesajı çekmekten -hala- aciz anne bitirdi birincilikle! Öte yandan hala mikrofonu takmayı beceremiyo bilgisayara, hala kamerayı masada sabitleyemiyo, ve de hala resim yolladığımda ne yapıyoduk şimdi, üstüne mi basıyoduk diye şahane basın açıklamaları verebiliyo. Hele mouse'u tutuşuna kurban! Sanırsın gerçekten fare. Ayrıca hala iki kişiyle aynı anda çet yapamıyo çünkü pencereden pencereye geçmeyi öğrenemiyo kadın, excelde bütçe hazırlamayı öğrenebilmesine rağmen.

Neyse, bunu yazmamın nedeni, ödevimde kullanırım diye bi yerlere kaydettiğim bir iki alıntıyı ararken annemin ödev olarak yaptığı yemek menüsünden bir sayfaya denk gelmem. Yemek kuzu haşlama. Ki ömrümce evimizde öyle yemekler yapılmadı, biz zeytinyağlıcı sebzeci aileyiz, annemle ben et bile yemeyiz. Hele kemikli kuzu eti, aman allaaam. Ayrıca "margarin yağı" diye tabir ettiği şeyi de anca poğaça börekte kullanır. Anlamdım artık, içine emine beder mi girmiş, tombik usta mı girmiş.

Ama son cümleden anlıyoruz ki şair bu dizeleri yazarken aklında bambaşka ulvi bi amaç varmış!!!! (Anca bu kadar geldi elimden, wordden kesip print'e yapıştırmayı başardığıma bile şaşıyorum. Annemin aksine ben anca çet yapmayı, internet gezmeyi ve word'ü biliyorum! Bi de accuk oynayıp yüzüme yazı getirdim ki "gerçek hayat" dediğimiz şeyden bi tanıdığa rast gelirsek ortaya çıkan alias ve saçmalama kapasitesi yüzünden dev sıçmayalım!)





Bi de sınıfta sunmuş bunu, söylemiş herkese, herkes hüzünlenmiş..

yaaaa yaaaaaağğğğ yağma yaaaaaa!

Ya bi güncük daha duramadın di mi! Bi gün istedim yaa! 45 dakkada bi sürü tuttun kalleş kar! Kim bilir sabah nası güzel, nası davetkar, nası sessiz, nası huzurlu, nası hoş kokulu olacaksın! Ama ben kıçımı sandalyeden kaldıramıcam zira daha sadece 3 sayfa yazabildim! Ah kalleş kar! Nası içimde kaldın daha şimdiden! Geçen sene de kaçırmıştım ilk güzel karı. Seneye, na buraya yazıyorum, daha okul bitmeden paperları bitiricem, pencerenin önüne konuşlanıcam, elime sıcak çikolatamı alıp seni beklicem! Cebimde de alternatif kardanadam burunları olacak. Ben diyeyim istanbulda vapurlarda satılan limon sıkacaklarından, sen de armut.


Kartopu soğuk yenen bir yemektir, kardanadam gelecek yerden de eldiven esirgenmez.

Bi de bu paper çok deneysel oluyor, hafiften blog mizahı karıştı işin içine, işalla patlamaz bakalım.

Günün wisdom'ı: “I love deadlines. I like the whooshing sound they make as they fly by.” D. Adams (yazar bu cümlesinde bağa seslenmiş ama ben duymamışım)

Ay çok güzel yağıyo şerefsiz!

2009/12/18

her canlı bir gün bereyi tadacak!



Feels like -13 diyo! bi kere bence -5ten sonra rakam vermeye gerek yok. metaforlar ve benzetmelerle çalışmalı weather.com. Mesela az önce -13ten içeri +13e girmiş bi insan olarak diyebilirim ki hava şuanda buzlu bi nehrin üstünde neşeyle gezip sıcacık kestane yerken buzun kırılmasıyla suya gömüldüğün o anın hemen sonrası, yani suyun azıcık kararsız kaldıktan sonra kalın giysilerden içeri süzülüp ağzına sıçtığı o an gibi hissediliyo.

İşin kötüsü, anladım ki son zamanlarda yatıya gelen babanne edasıyla tepeme çöken bu baş ağrısının nedeni bere takmayıp kafayı üşütmem (fiziksel olarak kafayı üşütmek. ama öte yandan bu soğukta bere takmamak için de zihinsel yönden kafayı üşütmüş olmak lazım). Çok nefret ediyorum bere takmaktan. Hem kafamda bişi olmasından çok rahatsız oluyorum, ondan. Bi de, bi insana bere bu kadar yakışmaz! Ay nası çirkin nası çirkin oluyorum belli değil. Seneye cadılar bayramını tek bir bereyle kutlasam olacak. Yani güzel görünmeye falan çok önem veren bi insan değilim, yeri geldiğinde gayet bok gibi de çıkarım evden, hiç acımam. Ama bereyle öyle böyle değil!

Bugün kendimce bi orta yol bulup alınlık taktım. İstanbul'da çibo'dan aldıydım, tabi ki de hiç kullanmadıydım. Zira o da yakışmıyo bilader! Ama artık hadi ölümüm sinüzitten olmasın, kafamın içi sümük dolmasın diyerekten taktım. Sırf 10 dakka saçları içinde mi bıraksam dışına mı çıkarsam diye düşündükten sonra dışında karar kıldım. Peruk gibi oldu ama saçlar. Hadi akşam akşam çıktım böyle. Ama gündüz vakti hayatta çıkmam. Allaaam baş ağrısı kaderim olmamalı! Hayır geçen sene de sadece bi gün taktım ben bere, o zaman niye ağrımadı kafalaaaam? Sanırım böyle içinde full kaybolacağım bi bere alıp kendimi tamamen görünmezliğe bırakmalıyım. Hatta evet öyle yapıcam. Zaten öyle dikkat çeken bi kız değilim, iyice yok olayım, silineyim böylece! püfffffff!

Eve gelmeden önce kütüphanede Marco Paul's Adventures in Pursuit of Knowledge: City of Boston diye bi kitap buldum. Sene 1843. Şimdi incelemeye korkuyorum başlar ve bırakmam diye ama çok heyecanlıyım. Bi kere Marco Paul! Yani ben senin Marco Polo parodisi çıkma ihtimalini sevdim! Sonracığıma gezi edebiyatı. Master tez konum. Ayrıca büyüyünce gezi edebiyatçısı olcam, amin. Son olarak da Boston! Belki misafirlerimi götürücek yeni yerler keşfederim Marco'dan. Hep aynı yerlere götürüp duruyorum herkesi. Her misafirle aynı noktada farklı resimlerim var kıhkıh. Gerçi 1843'ten beri çok şey değişmiştir di mi? Ama belki böyle kimsenin bilmediği doğa şaheserleri falan bulurum?

anaaaaam, şimdi aldığımız bir haberle feel like olayına yeni boyut geldi! Kar fırtınası geliyomuş masaçuset eyaletine. (kar ben var çok sevmek ama fırtınası kısmı fena çok fena çok çok fena!) Ah ulan! Floridadan kabulum vardı. Parti üniversitesi orası, ne işin var, git güzel güzel Tufts'a, edebinle oku dediler. Ah ulan ah! Şimdi şort tişört terlik plajda akşam yürüyüşü yapıyo olcaktım oraya gitseydim!

Haberde şööle bi cümle geçiyo: The governor placed the National Guard on stand-by, warning that snow and high winds could cause power outages and other serious problems.

Neyşınıl gard diyor adam! Adır siğriyıs pırablımz diyor!

Bari evde yalnızken kesilmese elektrikler:(


2009/12/17

decolonizing the seksapel, reclaiming the sıcacıklık: the figure of tozluk in gü's stupid blogs



Benim abla, sizden iyi olmasın, ömrünün ilk 30 senesini bomboş geçirdi. İki üniversite falan bitirdi ama bu bomboşluğunu pek değiştirmiyo. İlk üniversitesi bitince babam TRT emeklisi CVsini araya sokarak bizimkine var olan tüm medya kuruluşlarında iş buldu, ablam en uzun 3 gün çalıştı bu kuruluşlarda. Onu yerinde taksimde eşin dostun kafelerinde garsonluk, barlarında barmaidlik yaptı mutlu mesut. Tabi annem babam pek memnun kalmadı bu işten. O da bıraktı çalışmayı, kendini ana baba ve de kardeşten para tırtıklayarak yaşamaya adadı. Neyse, sonra bi anda ben hayalimi yapıcam dedi, yarı zamanlı konservatuara gitti, operacı oldu. Ama diplomayaı aldıktan sonra yine hiç bişi yapmamaya devam etti. günlerine öğlen 1 gibi başlar, kahvaltısı 3te biter, öğle yemeği 5te biter, annemden yalvar yakar para tokatlar ve taksime gider. hayatı buydu hatunun. Hep kıskandım. Ben de üniversite biter bitmez asistanlık diye tutturup çalışmaya başlamak zorunda kaldım zira. Bazen iş güç yarım gün olduğunda ve eve geldiğimde ablam hala uyuyo olurdu, kudururdum valla.

Şimdi telefonla konuştum, bana yoğunluktan geçen gün sürmelaj olduğunu anlattı. Zaten ses tonu falan da bi terelelliydi. Zavallım, hayatının ilk 30 yılının tüm boşa geçen zamanları tepe taklak olup iş olarak döndü kızcağıza hayatının ikinci yarısında. Övünmek gibi olmasın, şeher tiyatrolarında müzikallerde oynuyo. Günde 10 saate yakın prova varmış yeni bi oyun için, akşamları da temsil (kabare ve yaşar ne yaşar ne yaşamaz--yaşar pek güzel, öneririm. kabareye gidemedim malesef, ben türkiyedeyken temsil olmadı). Üzüldüm haline. Öte yandan kainat böyle adalet dağıtıcı bi kurumsa, çok çalıştığım-çalışacağım bu 5 senenin bi kıyağını görürüm heralde diye de umutlandım. Umut fakirin ekmeği. Napem..

ya işte, siz de iyi çocuklar olursanız bir gün şirinleri görebilirsiniz. neden olmasın?

Bu da böyle bomboş bi post oldu..

Hemen hanımkızlarımıza faideli bi öneri ekleyelim, boşlukları dolduralım. Siz de eğer benim gibi havanın eksi 8 derece olduğu bi günde inat edip kısa şort-dantel çorapla dışarı çıkıcam, 10 dakka yürücem ki bölüm partisine ulaşayım diyosanız, hemen şortunuzla aynı renk tozluklar edinin, evden çıkarkene o tozlukları şortun bi karış aşağısına kadar çekin. Gideceğiniz yere varınca tepiştiriverin çizmenin içine. Çok süper ısıtıyo, korkusuzca salıcam kendimi sokağa.

c-garo mafyan



Aşıkım Berkuna, hastayım absürde!
türk televizyonlarında olmayacak iş deFacto'dan:






boğazım ağrıyo, uzun yazamıcam. ?


erect, solemn, gigantic



Ahhh, çok kafalaaam ağrıyo sevgili sanal sayfa.

6 saat iğrenç beyaz ışık altında oturmaktan mı dersin, 5 kadeh şaraptan mı dersin, hava bok gibi soğuduğundan ve inatla yatağımı pencereden uzaklaştırmadığımdan, dahası kafamı illaki pencere önüne konuşlandırıp uyuduğumdan mı dersin; ne dersen de. Daha da ağrısın, hiç geçmesin diye de Kid A dinliyorum.

bu postta amacım kafamın ağrısını önce akademik, sonra kimyasal, son olarak da coğrafi nedenler çerçevesinde incelemek. Bu incelememde hangi teorisyenlerden faydalanmıcam ki?

Oysaki dönem başında kulağa ne güzel gelmişti; "Bu ders için ödev hazırlamayacaksınız. Onun yerine kendimiz konferans düzenlicez, gün boyu sunacaksınız, gerçek konferans gibi davranıcaz." Ama gel gör ki aynı beyaz parlak ışık 6 saat çekilmiyor, 20 sayfalık ödev yerine 6 sayfalık sunum hazırlama pahasına da olsa. Bi ara böyle "karanlıkta otururken önüme bi cisim geldi ve kapısını açtı. içerde garip bir yaratık vardı ve bana içeri gel dünyalı diyordu. sonra çooook parlak bir ışık her yeri sardı ve gerisini hatırlamıyorum" diyen insanları anlayacak duruma geldim. gözlerim yaşardı ışıktan. Ama ne önemi var. 4 kedi diyorum. 4!!! 4 tombik ve de uzun tüylü kedi. Gece uyumadan sunumu bitirmeye de değer, 6 saat beyaz ışığa da.

Bi dakka. ikinci nedenime geçmişim: Dersin hocasının evi. 7 suları. (ohaaa saat ne zaman 1e geldi!) sanırım ilk kez bi amerikan evini bu kadar sevdim. her yer şey doluydu yaleppim, ne güzel şeylerdi her bir şey! yıllarca toplamış almış biriktirmiş! mesela şöminenin önünde birbirinden farklı ve güzel 4 küçük minik sandalye vardı. 4 koca kedi için! Şu anda üstümde o kadar çok tüy var ki, sanırım 4 koca kedinin bi tanesi kadarını eve getirdim. Yapıştırıp kendime kedi yapıcam. tatile giderken belki bana bırakıcak kedileri. ay daha mutlu olamam! yaşasın kedili kadın olmak! yaşasın kedi yımşak yımşak mırıl mırıl! sonra hiç ummadığım bi çocuk kucaanda kedi ile piyanoda paranoid android çaldı radioheadden. ulan çocuk, gey olmasaydın bazı şeyler çok farklı olurdu dedim üzüldüm. bu cümlelerden ikinci neden belli olmuştur. çok şarap.

üçüncü nedenime gelesim yok. daha doğrusu üçüncü nedenim olan pencere kenarı yatağıma burda gelesim yok, direk ona gidesim var. bu gece de geçici bi çare bulcam artık. bi sürü minder koymak bloklamak pencereyi mesela. işin kötüsü yerini de çok seviyorum ve hiç allak bullak edesim yok odayı. onca ıvır zızır onda resim kartpostal pano duvarlar dolu...

Neyse, as a conclusion, kafam fena ağrıyo. abject bööle. ejected beyond the scope of the possible, the tolerable, the thinkable. ne gerek vardı da şeytana uydum saçmaladım burda bilemiyorum. ama yine de abject and abjection are my safeguards ne de olsa, the primers of my culture...

floransa ya da venedik ya da madrid ya da barcelona ya da londrada uyanmak dileğiyle,

teytey.

(başlık konferanstaki bi kızın sunumundan alıntı bu arada. o da edith whartondan almış. sunumdan önce "bi yer var paperda, hep gülüyorum, sunarken gülmem umarım" dedi. güldü. hep beraber güldük hatta. hep beraber demişken. benim tüm teyzelerim --baya var valla-- öğretmen, dolayısıyl arkadaşları da öğretmen falan filan neyse. biri anlatıyo, öğretmen hapşırmış sınıfta, öğrencicağızın biri de "çok yaşayın örtmenim" demiş. Öğretmen de cevap olarak "hep beraber" demiş. sen bütün sınıf kalk ayağa, bi ağızdan "çok yaşa öğretmenim" de! anlatmaya doyamadığım bir anekdottur bu da böyle )


2009/12/15

nalet-i ruhiye



Bugünlerde bi sürü şey üstüste gelip sinirimi tepeme çıkarmakta. Tamam dönem sonu olmasının ve yapılacak işlerin artık savsaklanamayacak raddeye gelmesinin de etkisi var bunda. Ama başka şeylerin de. Gerçekten ignorance is bliss mi acaba? Bazen kitapları düşünmeden okuyabilmek, filmleri deconstruct etmeden izlemek istiyorum. E oku/izle, di mi? Malesef. Artık çok geç. Cumartesi günü hayatımda ilk kez siyah beyaz bi klasiğe gittim sinemada. Galiba hayatımda ilk kez de böyle bi filmi baştan sona izlemeyi başarmış oldum. Gerçi çok kötü bi film değildi, komikti falan. Capra'nın It's a Wonderful Life'ı. Millet sevgilisiyle elele koyun koyuna, ellerinde şarap kadehleriyle izliyo (evet öyle de süper bi sinema). Ya neyse işte, herkes pek bi mutlu. Sen benim surata zoom yap kamerayı bi de. Kafada bin bir tilki "işte burda italyan göçmenleri karikatürize ediyo, aha bak evde zenci hizmetçi var ve evdekilere amcasının oğlularmış gibi davranacak derecede mutlu gösterilmiş, aha kapitalizm-zaman-içki üçgeni, bak şu sahneye şahane paper yazılır, beyne itinayla verilir." AAAAAAAAAA ama! Lan benim neyim eksik? Ben niye keyif alamıyorum artık izlediklerimden/okuduklarımdan? Sıkıldım ama! Kitaplarda da aynı nane. Önceden annemle dalga geçerdim, ohooooo anne senle aynı kitabı mı okuduk biz, bi kere o kitapta şunlar bunlar anlatılıyo, sen hiç anlamamışsın ki diye. Ulan şimdi hasretim annem gibi okuyabilmeye. 2 gündür bi skim yazmamakta direndiğim ama yarın sabah bitmiş olması gereken paperı Dakota bi kadın yazar üstüne yazıyorum. Hem onu hem de diğer yardımcı kaynakları okudukça yine nevrim döndü ne acılar çektirmiş bu sıçtığımın amerikalılara zavallılara diye. Çıkıcam şimdi sokağa pijamalarla, aramızda ilk şu konuşma geçen Amerikalı adamın kafasını sokaktaki geri dönüşüm kutularıyla ezicem, kurda kuşa yem olarak dünyaya daha faydalı bişi olarak geri dönecek: "Adın ne" "(sıçtık) Gü.." "Ga?" "Hayır Gü" "Go?" "Hayır Gü" "Ge?" "(hay senin) hee hee öyle" "Farklıymış, nerelisin" "türkiye" "Vaaay, benim de yengemin kızının kocasının amcası ordaydı yazın. Çok güzel" "hıı, kahveyi ver de gidem" "Ama hiç türke benzemiyosun, bence gayet avrupalıya benziyosun, hayatta türk demezdim. Hem ismin de hiç arapça gibi kaba değil" "(laaaaaan, sen kendi kaba götüne bak biiiiir, türk tipini ne biliyosun ki konuşuyosun eşşoğlusu ikiiiii, türkçe diye bi mefhumdan haberin bile yok, ne diye bana dünyanın tüm halklarını bilirim ayağı yapıyosuuun!) Türke benziyorum, fyi. hadi teytey"*

Başkaları zamanında kendi masumiyetlerinin içine etmiş, zil takıp oynatmış, dünyayı gezdirip patlayana kadar şişirtmiş diye ben de hayatımdaki en keyifli anların masumiyetini yitirmek zorunda kalmamalıydım.

Tek bir faydasını gördüm bu durumun, o da artık Cien Anos de Soledad'ın sonunda kendimi duvardan duvara vurup ağlamıyorum yüzeysel okuduğum ortaokul zamanlarımda olduğu gibi. İti an çomağı hazırla okuma sistemiyle okununca acı bir şekilde de olsa memnun oluyor insan o korkunç sondan.


* Bunu yazdıktan bi süre sonra sığındığım kitaptan: "'And what about your origins? Tell us about them, it must be fascinating!' Blundering fools never fail to ask the question! Their surface kindness hides the sticky clumsiness that so exasperates the foreigner. The foreigner, precisely--like a philosopher at work--does not give the same weight to origins as common sense does. He has fled from that origin--family, blood, soil--and, even though it keeps pestering, enriching, hindering, exciting him, or giving him pain, and often all of it at once, the foreigner is its courageous and melancholy betrayer. His origin certainly haunts him, for better and for worse, but it is indeed elsewhere that he has set his hopes, that his struggles take place, that his life holds together today. Elsewhere versus the origin, and even nowhere versus the roots . . ."

Daha iyi miyim? Evet.

Bu kitaba sarılır uyur muyum? Haftaya paperlar bitince umarım.

Hatta galiba seni seviyorum Julia!


2009/12/14

the Books That If You Had More Than One Life You Would Certainly Also Read But Unfortunately Your Days Are Numbered (alakası yok)



Bi gecenin daha ocağına incir ağacı ekerken ve de interneti bulana lanet ederken şunu buldum. (birazdan gelecek şu). Ama youtube videosu nası eklenir bilmediğimden ancak link verebilicem. Du bakiim, Help'te anlatıyo muymuş.





Amanıııın, becerdim! Vay anasını. Bilgisayar kullanma becerim 4 yaşındakilere yetişiyo galiba. Ne mutlu!

Neyse, İzlediğimizi anladık mı: Amazondan her kitap alışımızda aslında ne kötü bişi yaptığımızı anlatıyor bu video. Amazon ya da diğerleri işte. Pek sevdim ben bunu, çünkü insanlar mütemadiyen kızarlar bana, ee alıversene amazondan, fink fink kitapçı gezeceğine diye. Ama bilader, that's the point! (Bi sonraki paragrafta bu pointe bakıcam, unutma o yüzden bunu) Ha bazen ikinci elini kitapçı gezerek bulmamın imkansız olduğu kitaplar oluyor tabi. Ama onları da şu güzide siteden alıyorum: www.betterworldbooks.com. Şimdi bu site niye güzide? 1- (Parasız doktora öğrencisinin önceliği) Shipping almıyor Amerika içi (dışına da çok az bişi alıyor). 1- (evet 1, yine 1) (Çevresine duyarlı doktora öğrencisinin önceliği) bi kere her alışverişten belli bir yüzde dünyadaki literacy projelerine gidiyor. Sonracııma, olabildiğince az eco-footprint bırakıyolar. Öyle videodaki gibi tek kitaplık kolilerde gelmiyor. 5 kitap olsa bile zarfla geliyor, hemi de carbon neutral zarfla. Yannız Amerika içine bile 3 haftadan önce gelmiyolar, haberiniz ola.

Gelelim fink fink kitapçı gezmeye. Tabi olanca muhteşemliğine rağmen, onun da kötü yanları var. Ben hiç kasmıyım yazmaya, şahane yazılmışı var çünkü: Italo Calvino, Se una Notte D'Inverno Un Viaggiatore (Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu). Fekat sadece İngilizcesini buldum internette. Onu yapıştırıyorum. Yapıştırdıktan sonra keyfim olursa çeviririm de belki. Yok be, uzunmuş. Deli miyim ben! Ama çok güzel bir kitapçı yolculuğu tasviridir, böyle keyiften salyalarım akarak okumuştum ilk kez, vay babaniiiii diyerekten. O gün bugündür bi türlü başka Calvino okuyamadım (İtalyadan aldığım italyanca orjinel kitabını okucam, o zamana kadar da okumicam inadım tuttu. Tabi kocaaa Calvino'yu nah okursun italyanca, ibibik!) (Gerçi ek dil yeterlilik sınavında Calvino çevirtiyolarmış bize. Bir hayalin dolaylı da olsa gerçekleşişi sayın seyirciler!) Neyse. İşte burda o sevgili pasaj. Umarım bi okuyanı olur:)

"So, then, you noticed in a newspaper that If on a winter's night a traveler had appeared, the new book by Italo Calvino, who hadn't published for several years. You went to the bookshop and bought the volume. Good for you.

In the shop window you have promptly identified the cover with the title you were looking for. Following this visual trail, you have forced your way through the shop past the thick barricade of Books You Haven't Read, which were frowning at you from the tables and shelves, trying to cow you. But you know you must never allow yourself to be awed, that among them there extend for acres and acres the Books You Needn't Read, the Books Made For Purposes Other Than Reading, Books Read Even Before You Open Them Since They Belong To The Category Of Books Read Before Being Written. And thus you pass the outer girdle of ramparts, but then you are attacked by the infantry of the Books That If You Had More Than One Life You Would Certainly Also Read But Unfortunately Your Days Are Numbered. With a rapid maneuver you bypass them and move into the phalanxes of the Books You Mean To Read But There Are Others You Must Read First, the Books Too Expensive Now And You'll Wait Till They're Remaindered, the Books ditto When They Come Out In Paperback, Books You Can Borrow From Somebody, Books That Everybody's Read So It's As If You Had Read Them, Too. Eluding these assaults, you come up beneath the towers of the fortress, where other troops are holding out:

the Books You've Been Planning To Read For Ages,   
the Books You've Been Hunting For Years Without Success,
the Books Dealing With Something You're Working On At The Moment,
the Books You Want To Own So They'll Be Handy Just In Case,
the Books You Could Put Aside Maybe To Read This Summer,
the Books You Need To Go With Other Books On Your Shelves,
the Books That Fill You With Sudden, Inexplicable Curiosity, Not Easily Justified. 
Now you have been able to reduce the countless embattled troops to an array that is, to be sure, very large but still calculable in a finite number; but this relative relief is then undermined by the ambush of the Books Read Long Ago Which It's Now Time To Reread and the Books You've Always Pretended To Have Read And Now It's Time To Sit Down And Really Read Them.

With a zigzag dash you shake them off and leap straight into the citadel of the New Books Whose Author Or Subject Appeals To You. Even inside this stronghold you can make some breaches in the ranks of the defenders, dividing them into New Books By Authors Or On Subjects Not New (for you or in general) and New Books By Authors Or On Subjects Completely Unknown (at least to you), and defining the attraction they have for you on the basis of your desires and needs for the new and the not new (for the new you seek in the not new and for the not new you seek in the new).

All this simply means that, having rapidly glanced over the titles of the volumes displayed in the bookshop, you have turned toward a stack of If on a winter's night a traveler fresh off the press, you have grasped a copy, and you have carried it to the cashier so that your right to own it can be established."


2009/12/13

kestaneağası

İstanbul'dan bi arkadaşımı arayıp "Naber lan hıyarağası" diyesim geldi çok fena. Hatta saatin o saat diliminde sabah 5e geldiğine de aldırmadım, aradım. Ama neyseki telefonu kapalıydı. Yazık lan kıza, pazartesi sabahı "Naber lan hıyarağası" diye uyandırılmak sevdicek arakadaşı tarafından dahi olsa kötü olsa gerek. Hadi yırttı. Başka kanallardan taciz edicem artık. Ama öte yandan içimdeki bu "Naber lan hıyarağası" diyememe boşluğunu doldurmak gerek. O yüzden şahane bi bitki çayı yaptım. Adını da mutlu eden bitki çayı koydum. Çok a-yaratıcı di mi?


Buyrun, siz de yapın. Gözel oldu:

iki-üç dal adaçayı (ana malzeme bu, çok nefis bişi ya adaçayı. geç keşfettim, bi daha bırakmam!).
bi tane kuru hatmi çiçeği (hibiscus bu, artık türkçesi neyse. sözlüktekilerden en mantıklısı hatmi gibi göründü).
12 tane kuru karanfil (bunu enerji istiyosak ekliyoruz. gece yatmadan önce içecekseniz koymayın. ya da yatmadan önce değil de uyumadan önce diye değiştiriyim önceki cümleyi:) ).
sonracığımaaaa, bi tutam biberiye çayı (bu da yağ yakıyomuş. hatta bunun yağını alıyosun, kekik yağı bi de bişi yağı daha --hatırlayınca eklerim-- karıştırıyosun, yürüyüşe koşuya çıkmadan önce sürüyosun, bi haftada selülit kalmıyo. Diyosun? Dedim valla. Dur lan bi hafta demeyelim bari. İşte süresi selülitten selülite değişiyo).
bi tutam yasemin çayı. ohhhhh misler gibi koksun diye.
bi parça kabuk tarçın (bunun da çok şahane faydaları varmış. hatta baktım şimdi internetten, o kadar çok ki yazamicam).
acuk rezene (bu da benim mide yanmalarıma ve de regl sancılarıma az da olsa iyi geliyo, sizi bilemem).
bi de bunca şey yetmemiş gibi yoginin huzura erdirici yeşil çay posetlerinden atıyorum içine ben. Yeşil çayda kafein varmış. Ablam söyledi. Enerji veriyomuş. Onun yalancısıyım. Hatta kahve içmeyip yeşil çay içecekmişim. Peh!


Bunları demliğe koyup kaynar suda tutanzi. Ama adaçayını 2-3 dakkadan fazla tutmamak lazımmış. Onu da annem söyledi (ne biçim doktora öğrenciyim lan ben, her söylenene inanıyorum; nerde araştırıcı kişilik?). 10 dakka falan sonra içiliyo bu böyle. Ben hiç ama hiç bir içeceğime şeker koymam ama bunun şifasını arttırmak için bi çay kaşığı ıhlamur balı (evet ıhlamur balı. cool, ain't it? Arzu edenler için Balkes-Asos yolu üstünden köylü üreticiden aldıydık. Çok leziz) koyduğumu itiraf ediyorum.

Bu kadar çok sağlıklı şeyi bi arada tüketince insanın içi böyle bi mutluluk bi huzur doluyor. Vay anasını, ne biçim şifa aldım ben şimdi diye seviniyosun. Therefore I am.

Şimdi de gidip biraz kestane çizicem. Biz burda kolay çizilmeyen kestaneleri sevmeyiz adamım. O yüzden kaldır o yuvarlak bünyeni de suya atlayıp yumuşa ben gelene kadar! Gazlı fırındaki bu ilk denememde 380 fahrenaytta çalışmaya karar verdim. Hadi hayırlısı.

Lan bi de, evde gazlı fırın var. Yeni ev bu. Hala heyecanımı atamadım üstümden. En az üç kere diz üstü çöküp kafayı içine sokup gazı açasım geldi. Hayır intihar etmek gibi bi arzum yok, hiç olmadı, hiç olacağını da sanmam. Neş'eli mutlu bi çocuğum. Ama böyle ilginç bi çekiciliği var o fırının. Anlamadım gitti. Sylvia Plath'ten heralde. Sevmem de hiç şiirlerini ama... Olmadı ben de komşuya not yazarım doktoru ara diye Sylvia gibi? Onun komşu geç kaldı tabi, benimki de kalmasın? Bi gün azıcık deneyesim var başımda bi arkadaşım dururken. Ama hiç bi arkadaşım kabul etmez ki. piffffff.. Neyse. Kestane.

2009/12/12

çikolata gibi yar, yatak gibi diyar olmaz

Ben şeyleri çok seviyorum (Perec'in Şeyler'i değil. Onu da seviyorum ama o ayrı bu ayrı şimdi). Şeylerden kastım basbaya şeyler işte. Mesela "şey" koleksiyonlarım: gidilen müzelerden kalem, silgi, kartpostal, gidilen ülkelerden magnetler, ayraçlar, defterler, mektup kağıtları, şarap mantarları, şemsiyeler, takvimler... Yani kullanım amacını yitirmiş ve de tarafımdan sadece estetik amaçla görevlendirilmiş nesneler.


Bi dakka ya. Bu girizgah çok uzadı. Aslında amacım "eveeet, sevdiğim şeylerden biri de yatağıııım" demek konuya girmekti, ama olmadı kendimi faka bastırdım. Çünkü (çünkü neden?) yatağımı şeyliği için değil işlevi için seviyorum.

Piki. Al baştan.

Yatağımı çok seviyorum (ha şöyle, ne uzatıyosu ki lafı?). Sadece bunu değil, İstanbuldakini de. Niye tekil peki? O varken bu, bu varken o yok çünkü akıllııııım :p Üniversitedeyken (şimdi nerdeyim ki? lisanstayken olacak o) Zeynep Davran'dan bi intro to philosophy dersi aldıydım. Kadıncağız (böyle dediğime bakmayın, hiç sevmem kendisini) Berkeley'i anlatana kadar çatlamıştı, hatta sorusunu yanlış cevaplayan arkadaşıma "Sapla samanı karıştırma" demişti. Hala ortak jargonumuzdadır bu alıntı. Neyse. Benim yatak örneği ne güzel anlatıyo bak Berkeley'in felsefesini. Somut şeyler biz onları algıladığımız sürece var, algılamazsak yok (di mi? di mi? öyle di mi? Yoksa hiç anlamamış mıyım seni Zeynep?) İşte benim yatak-yataklar da böyle.

Neyse, benim yatak sokak yatağı. Sokak kedisi gibi. Kendisini sokakta bi evin önünde dayalı gördüm; hüzünlü gözlerle baktı bana, ben de dayanamadım, alayım eve, bakıp besleyeyim dedim. (Oha demeyin. Boston'da, özellikle de Cambridge --harvard ve MITin olduğu semt-- ve Somerville'de sürekli bir taşınma hali olduğundan --55 üniversite var lan Bostonyada, elini sallasan üniversite öğrencisine çarpıyosun. Bir ay içinde "ahaha elimdeki şahane teori kitabıyla şu köşedeki oğlanın aklını alıcam" demeyi bırakıyosun mesela kafede otururken. Niye? Çünkü zaten kafede okunan kitaplar full de Man, Derrida, Freud ya da kestiğin çocuk ya yüksek fizikçi ya da harvard tarihte post doc falan-- ve eşyaları genelde taşıyamadıklarından kapı önüne bırakıyor bu insanlar. Ama çöpe de atamıyorsun eşya, vergisi var. Hal böyle olunca craigslist üzerinden beleş eşya ilanlarını takip ederek tek günde ev dizebiliyosun, özellikle 30 ağ-2 eylül arası. Odamdaki her şey bu şekilde edinildi diyebilirim. Her şey: yatağım, döner bambu koltuk, sahip olduğum en muhteşem çalışma masası, kocaman komidin, tekerlekli yatak kenarı sehpası, 2 renkli kitap rafı, aynalar, sandalye, puf, orta sehpa, ab shaper (hehehe), golf sopası (a girl needs a weapon by her bed:) ) ve bi sürü ıvır zıvır. Taaaaa yukarda açılmış parantezi de kapıyorum artık bak)

İşte bu yatak, ki aldığımda internetten baktıydım, 2000 dölardı kendisi, ile ben büyük aşk yaşıyoruz. Hele şu hem deli gibi ders çalışmam gereken hem de sırt ağrısından kımıldayamadığım günlerde aşkımız iyice alevlendi. Ayrılamıyoruz (annemin msn iletisi: "biz ayrılamayız/şimdi uzaklardasın") Beni sıcak kollarında yatırıyor, sarıp sarmalıyor, geceleri ben sandalye tepesinde ders çalışırken uzun uzun süzüp beni koynuna çağırıyor (ay o şahane yiğit özgür karikatürünü bilir misiniz efenim?), sabah içinden çıkmama izin vermiyor (lan--obscene mi oluyo bu?)

Güzin ablaya bile danıştım, ne yapsam da ilişkinin alevi azalsa, biraz ayrı kalsak diye. Pek yardımcı olamadı. Bu halime ne olacak hiç bilmiyorum. Yapmam gereken ne kadar çok iş varsa, o kadar erken girmeye başadım yatağa. Bu çivili yatak nanesi nası bişi acaba? Bi ay ilişkimize ara versek de ben yatağımı çivili yatakla aldatsam. Sonra birbirimize geri döndüğümüzde çivili yatağın nasıl rahatsız olduğunu ve sevgili yımşak yatağımın yerini kimsenin tutamayacağını öğrendiğimi falan söylerim.

Neyse, bari biraz çikolata eşliğinde düşüneyim ben bunu. Danışmanım verdi. Lindt petits deserts chocolate truffle. Önce iğrenç hersheys verdi. Ben bunu yemem be böö diyince de gitti zulasından bunu getirdi. kıhkıh. Nası biliyo suçunu. Güya markete götürecekti beni dün. Bi güzel ekti beni valla. Hem de canım çok fena mercimek koftesi, mucver ve de imam bayildi cekiyordu kaç gündür. Imambayildi en kolayi, alışverişi yaptıktan sonra pişiririm diyodum. Kim tasicak marketten patlicanlari simdi? Sebze istiyorum ulaaaaaaan! Ama artık çikolatayla idare edicez. Aaa bak tam bu duruma uygun (alakası yok) bi şiir geldi aklıma:

To make a prairie it takes a clover and one bee,--
One clover, and a bee,
And revery.
The revery alone will do
If bees are few.

Emily Dickinson.

Ay bayılıyorum buna!

2009/12/11

"işte öyle bir şeeeeeyyy" (eröl evginden geldi) (hani rırrırı harhar ya bazen hani rororo bazen ya insan hani laylay ya birden işte öyle bir şeyyyyyy)

Benim annem her konudaki açık fikirliliğinin aksine aşkmış meşkmiş ve bunların fiziksel boyutlarıymış gibi konularda yeryüzünün en örümcek kafalı kadını olmaya aday bir insan. Mesela kendisine erkek arkadaşım olduğunu erkek arkadaşımın evlenme isteğini artık ciddi ciddi acaba diye düşünmeye başladığımda yani 25 yaşımda söyledim. Onu da tabi Türk filmlerindeki gibi "Anne biz Feritle sevişiyoruz" diye değil tabi. "Ya anne bi çocuk var işte şimdi böyle yani benden hoşlanıyo tabi ben yani tanımıyorum çok ama yani tabi bi düşünücem sen ne dersin bak annesi babası senin gibi öğretmen okulu mezunu meslektaşsınız ya işte bak ne güzel zaten burcunun lise arkadaşı (yalan), burcu tanıştırdı zaten (ne biçim yalan), hem masterı var (yalan, bitiremedi) ama çok iyi de işi var, baya iyi kazanıyo, geleceği parlak ama tabi her an doktora da yapabilir sen zaten onu tercih edersin di mi yani böyle işte. Ha bi de istanbulda yaşamıyo (yalan), hani çok görüşemiyoruz (yalan demeye gerek var mı?) ama işte artık internetten falan tanımaya çalışıcaz birbirimizi". Hayatımda hiç bu kadar laf dolaştırmamıştım (o zamanlar blog yazmıyodum hiihoohoo). Annem şu tabloda bile paranoyak oldu. Ancak erkek arkadaşımın ilerde param olmazsa diyerek ve beni hiç tanımadığını göstererek (ben? tektaş? you gotta be kiddin man!) aldığı pırlanta yüzüğü gösterince tüm Türk kızı anaları gibi "Hmmm, yüzüğü aldıysa evlenecek demek ki" çıkarımını yapıp acık rahatlamış, hatta teyzelere halalara anlatmaya başlamıştı. Neyseki babamın kulağına kadar uzamadı. Zira ayrıldım ben sevdicekle. Ay bu arada bak tüm bunların niye kafamı meşgul ettiğini fark ettim: Sabah 5.50de kabustan uyandım çok fena. Kabus da işte bu sevdicek, taaa birlikteykenki alt komşusuyla çıkmaya başlıyomuş, bana da arkadaşı söylüyo. Niye kabus anlayamadım. çünkü o kızın benim sevdiceğe yazdığını cümle alem biliyodu. Benim sevdicek de uzuuuuun ve kesin evlilikle bitecek gözüyle baktığı ilişkisinde göt olan her erkek gibi ya tek gecelik ilişkilere vurmalı ya da hemen evlenmeli. E daha nolsun, perfect match! Ama demek ki hala hazır değilim hayırlı habere. Nası kötü uyandım. İlk kez Amerika-Türkiye saat farkı işe yaradı da gtalka koşup işgününün sıkıntısından geberen arkadaşlarımdan birine anlatabildim. Hohoho güldü tabi. Ben de güldüm. Salak. Ayrılalı oha bi yıl olcak. (oha!) (ohaaaaaaaaaaa!). Ne diye üzülüyosam. Tamam hep sevicem, hep özlicem de, olmadı yani, uzatmanın mağnağsı yok. Neyse, işte oluyomuş böyle şeyler. Bu da böyle bi anda blogluktan çıkıp 18 yaşındaki bi hanımkızımızın günlük yazısı gibi oldu. Oysakş kahramanımız çok başka bişiyden bahsedecek ve muhallebi tarifi verecekti!

bos olmayan isler

Ne zaman bi odev okuma ya da bizzat odev yazma donemi gelse, ben yatagimi kivrilip efendime soyliyim Lacan'dan tut da Badiou'ye, Goldman'dan tut da Cixous'ya (niye cogu fransiz geldi akabo aklima?) kendimi teori okumaya vermek istiyorum. Ama odevimle alakasiz olacak. E tabi yapamiyorum; esek, once paperini yaz sonra oku. Ama sonra da tabi okumuyorum. Tatil gelmis, beni baglaman lazim roman harici bi seyler okumam icin. Namimkin. Yine o donem geldi catti iste. Lyotard'i aldim koynuma. Anca bi saat sonra falan titreyip kendime geldim, napiyosun ulaaaaan, sen kendi okumalarini bitirsene diye. Ama bak bu sefer cok fena kararliyim. Su paperlar bitsin, okucam gece gunduz. Ahan da buraya da yaziyorum ki belki biri sorar 2 ay sonra, naptin len ibibik, bitirdin mi Inhuman'i diye. Sirf rezil olmiyim diye bitiririm boylece en azindan:)

Bos olmayan untimely islerden kacinmak icin ofise geldim simdi. Ne sahane ki kendimi bos olmayan timely islere vermek yerine bos islere vermis bulunuyorum ofiste de. of offfffff

2009/12/10

İşte Mutluluk Buuuuu

Bu başlık İstanbul Devlet Opera ve Balesinin zamanında sahnelediği küçük çaplı bir modern dans gösterisinin adı aslında. O kadar sevmiştim ki herşeyini, adı arkadaşlarımla günlük konuşma dilimizin bi parçası oldu. Ah ah, tüm opera ve balelere gittiğim, baletlerin çoğuna aşık olup balerinlerin çoğundan nefret ettiğim o günler! Boston Ballet'in baş dansçısının kim olduğunu bile anlayamadım daha! Nasıl özlüyorum, "aaaa Alkış (amcamın oğlu ya, laubaliliğe bak) saçlarını kestirmiş," "kızııım, Arkın sana baktııııı," "yihuuuuuuuu Oktay Keresteciden imza aldııııımmmmm hoyheyhoyheyloleley!" şeklinde gezmeyi... Öte yandan buraya gelince görüyosun ki hepsi birbirinden beceriksiz, tembel adamlarmış (Oktaycım hariç). Geçenlerde Damdaki Kemancıya gittim, oha a.k. afedersin! O kadar başarılı ki, endorfinler süzüldü koltuğun altında birikinti oluşturdu (pöh, abartımı yerim).


Dün de Sleep No More diye bir performansa gittik aktivite manyağı grubumuznan. Ama ondan bahsetmicem. Çıkışta yakınında olduğumuzu bildiğimiz bir Türk restoranına gidip yemek yiyelim dedik (gerçi ben türk yemeği çok aramıyorum tabi malum--dünkü menü hala bitmeyen tarhana çorbası-nohut-pilav çünkü). Zaten kapanmış. Biz de hala açık görünen tek yicekçi olan pizzacıya girdik. Duvarlardaki resimlerden belli ki sahipler Yunan. Yunanistandan itibaren Doğuya doğru uzanan coğrafi bölgenin insanlarının restoranlarının duvarları hep memleket resimleriyle süslü, o yüzden hemen anlaşılıyor kimin nereli olduğu. Mesela tamamen Türk kahvehanesi tadında bir yer keşfettim, sadece duvarlarında resmilerden anlıyorsun Türk değil de Filistin kafesi olduğunu. Neyse, saat 11e çeyrek kala sipariş verdik ve de kapanma saati 11. teyzecik bize e eşek değilseniz paket istiyosunuzdur gizli anlamını içerecek şekilde burda mı paket mi dedi, biz de kakara kikirimizden fırsat bulup cvp veremedik. En sonunda 11.10 gibi yemekler hazır olduğunda tabiki paket yapıp verdi. Ama biraz sevimlilik yapıp burda yiyelim miiiiiiiiiiiiiiii dediğimizde nerelisiniz, brezilyalı mı dedi (Oya'yla ben Brezilyalı hatunlar gibi taşız da ondan kıhkıhkıh. ondan diil tabi, değiliz çünkü. ama genelde Brezilyalı sanıyolar Türkleri Boston'da). Biz Türküz diyince ay teyzem nasıl sevindi nasıl sevindi. Ay bizi de sardı bi neşe gece gece. Yemekler bitti, akıllar son metroda. Ama bi başladık teyzecikle konuşmaya, susmak bilmiyor! Herhalde Ynan olsak ancak bu kadar samimi davranırdı. 68de gelmiş AMerikaya, tek bir bavuldaki sadece iki kat giysisiyle. Birini giyince ötekini yıkıyormuş. Anlattı da anlattı. Neyse, sadede gelicem. O kadar zorluk çektim ama değdi dedi, bu dükkan benim, yandaki bina benim, lüks bi semtte evim var, Floridada başka bi evim var... Abooov teyze, ne yaptın sen! Evlatlık lazım mı? Geliim mi?

Niye yazdım ki bunca şeyi. Hatırladım. Bir dönem boyunca 19. yy sonu 20. yy başı ırk temalı amerikan edebiyatı dersi aldım. Ağzıma sıçıldı. Her kitapta ayrı ağladım, ayrı geberdim acıdan üzüntüden. Göçmen, Dakota (bu lafım size GPMax), siyah, yahudi, Meksikalı... Hepsi ayrı ayrı ve de itinayla kalbimi dağladı. Ama dün, o dersin sonuncusunun ertesi günü, bu teyzeyi gördüm sevindim. En azından bazıları ezilmemiş ve de (olanca feminist kişiliğime rağmen kullanıcam bunu) anasını bellemiş Amerika'nın. İşte öyle minicink bir intikam hissi.

Bu ne laaaaaan, kendim yazdım kendim sıkıldım. Yani şunu post etmemin tek nedeni yazmış olmam... (Diğer postlarım çok anlamlı ve şahane ya, ondan bu garip geldi kıhkıh)

epifani: high and dry

Ma cherie blog,


Ben Radiohead'in "High and Dry" şarkısını çok severim. Sevdiğimden de çok utanırım. Neden dersen (ki tabiki diceksin, sen boş soruların boş cevaplarının ana yurdusun şu dakkada), Thomcuğum Yorkçuğum bu şarkıyı nasıl yaptıklarına inanamadığını, sarkının kendisini bizzat tiksindirdiğini ve bildiğin mıymıy pop olduğunu açıklamıştı bir yerlerde. Ama napayım be Thom, seviyorum işte var mı diyeceğin, seviyorum işte vaaaar mı diyeceğin? Tamam çok basit bi şarkı, ama basit diye sevmicez mi? Zen budizmi de basit, ona niye pop demiyoruz? (oha bilinç akışında 8 basamak atlamak!--Birbirleriyle bağımsız bi sürü argümanı birbirlerine bağlama çabası göstermeksizin arka arkaya yazan öğrencilerin paperlarını okuyorum da şu anda. ondan heralde bu uzun atlama formatlı bilinç akışı)

Neyse. Ben High and Dry'ı çok kereler yatağımda öööyle uzanırken, Boğazdan karşıya vapurla ya da Balkese/Bozcaadaya feribotla geçerken ya da bahçede mal mal otururken dinledim. Üzgünken, hüngür hüngür ağlarken, çok mutluyken ve de huzurdan ölürken dinledim. Ama şu anda Boston'da sevimli lezbiyenlerin işlettiği, genelde tost kokan ama şahane müzik çalan ve kendilerini laptoplarına teğellemiş amerikalıların home ofis olarak kulandıkları mahalle kafesinde dinliyorum.

İmdi (valla imdi, yanlış yazmadım), Boğaz vapurunda olmadığıma, Bozcaadaya bir tatlı huzur almaya ya da Balkese anane-dede/kedi-köpek kavgası izleyip eğlenmeye gitmediğime ya da yatağımda uzanmış annemin yemeğe çağırmasını beklemediğime üzülmeli miyim yoksa hayal listemde en üst basamaklarda olan "yurtdışında yaşa ulan" maddesini temsil eden bir epifani yaşadığım için sevinmeli miyim?

bilemedim.

o zaman, susam sokağından gelsin: Arada kaldıııııııııııııııımmmmmmmmmmm, tam aradaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa!

2009/12/07

boşa giden intihara karşıyım kardiş.

yani madem intihar edeceksin, öleceksin, hapislerde çürüme ya da vicdan azabı çekme derdin yok; otobüse binip önünden yürüyen kadının poposunu koridor boyu gözleriyle süzen herifi mi istersin, kediye işkence eden çocuğuna aferim diyen anneyi mi istersin, meclisten bi kaç beyinsiz mi istersin, bi daha bu kadar kısa etekle bu sokakta yürüdüğünü görmeyelim diyen bi bok kafalı mı istersin, gey-lezbiyen evliliğine izin vermeyen yargıç mı istersin, avcı mı istersin, kızını zorla everen baba mı istersin, polis mi istersin, işte seç bi kaç tane, yanında götür. valla çok içim acıyo boşa giden intihara. bi gün edersem çok gustoyla ederim heralde şu listeden bi kaç tanesine tik atabileceksem eğer. hatta heyecanlandım lan!

2009/12/06

taktik tiktak!

Sevgili gönül abla,

Ben sabahları bir türlü uyanamıyorum, uyansam da geri uyuyorum, tekrar uyansam da yataktan kalkamıyorum, kalksam da geri yatıyorum. her gece "yarın sabah 8de kalkıcam ulaaaaaağğğnnnnn" diye yatıyorum, ama gel gör ki (maksim görki hehe) 8de görevini icraya başlayan alarımlı radyom ya da radyolu saatim 11e kadar fazla mesai yapıyor. ne yapsam ne etsem de gece "sabah kalkıp bitiririm yaaa nolcak" dediğim okumaları gerçekten sabah kalkıp bitirebilsem?

rumuz hasretinden snooze'lar eskittim.


Sevgili hasedimden sunuşlar ekşittim,
Sana önerim gogılın hayatımıza soktuğu procrastinator's clock uygulamasını siber alemden koparıp ev alemine sokman. kendine çaktırmadan kimlik kargaşı geçiren saatini bi miktar ileri al. ne kadar aldığına da bakma ki daha etkili olsun. sonra da geceleri yatağa girmeden saatini kolundan çıkar. böylece sabah saat çaldığında saatin kaç olduğu konusunda fikrin olmayacağından seke seke kalkmak zorunda kalacaksın ki derse geç kalıyo olma. her gece yeniden değiştir ileri alma ayarlarını ki ikinci gün kurnazlık yapıp sabah sabah kendini matematik hesaplarına verip gerçek zamanı tahmin edemeyesin. hadi evladım, göreyim seni.


Sevgili güzin abla,
Sen onu iyi dedin de, o bende 2 gün anca işe yaradı. benim beynim kendini geliştirmek değil de stand byda yaşayabilmek için çaba harcıyo sadece. o yüzden 3. günden itibaren yemedi bu numarayı. ama bak ben daha süper bi yol buldum. gece yatarken iki koca bardak suyu dikiyorum kafaya, bak bakalım sabah kalkıyo musun kalkmıyo musun. Ha tabi geri yatma riski her daim var ama en azından 4 sorunumdan 3üne çare buldum. öneririm.

2009/12/04

amazon

ahahahahaha


amazonda (websitesi) çok müthiş bir dünya keşfettim!!! Sanırım gönlümce LOL diyebilirim şu dakkada!

resimlerine bakın ve reviewleri okuyun. ay bin yaşa emi bunu akıl eden ilk customer!!





ev işi, temizlik, yemek ve sıçtığım bok. evet öyle.

üniversite hayatım (ki kendisi tüm hayatımla neredeyse eşit süredir meşgul etmekte beni) boyunca odamın en temiz olduğu zamanlar tatiller değil, final/paper dönemleri oldu. O nedenledir ki bugün odama girdim ve, hmmm, toz tutmuş burası ya, bi süpürge açayım ben, dedim.


odayı temizlemekten daha şahane procrastination mümkün mü? odamı da değil sadece, bütün evi köşe bucak süpürdüm. Bu garip şehirde evin içini toz topakları sarıyor niyeyse. teksasta rüzgarda yuvarlanan diken topaklarının domestik versiyonları arasında yaşıyoruz bizim evde. bi hafta süpürmeyegör. yerlerdeki saçlarımı da kandırıp kendi aralarına alıyorlar ve her yeri sarıyorlar.. neyse, bi süre yoklar artık. 20sine kadar ders çalışacağıma göre 25ine kadar temiz kalacak evim demektir.

geçen sene, bu okuldaki ilk final/paper dönemimde, üst sınıflar papers roundtable diye gerzek bişi yapıp ah paper yazarken banyo yapmaya fırsat bulamayıp 5 gün, evet, inanabiliyor muymuşuz, tam 5 gün banyo yapmadan sürekli yazdıklarını falan söylemişlerdi. Ulan ben bunların dediği kadar verimli bi 5 gün geçirsem, doktora tezimi ciltçiye veririm 6. günde. garip insanlar vesselam. ya da ben garibim. bilemicem onu.

neyse, temizlik bitince bi de yemek yaptım, oh oh. hem de "yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar" eşiliğinde. gözleri dolu dolu smiley oldum bulaşık yıkarken. keşke şuanda yutuğbdan dinlediğim fıkır fıkır versiyonu gibi söyleseymişim. valla hoppidi hoppidi söylemişler. "haydii, oturmaya mı geldik hanımlar, hop hop! gelinin annesi at göbecikleriiii" of of. ben fena özledim evi. geçen sene gitmiştim kışın. yani bu aralık sonunda "hayatımda ilk defa evden bu kadar uzun süre uzakta kalıyorum ühüüüüüüüü ühüüüüü" demeye hakkım olacak. Annem azarladı geçen gün beni MSNde, "madem gelmek istiyordun, niye aldırmadın babana bilet" diye (annemlere param yok bilete verecek ama gelmek istiyorum dersem, kesin bilet alıp yollayacaklarından, hem bilete verecek param yok, hem de ikinci dönem vereceğim dersin programını hazırlamam lazım demiştim).

Ben küçükken ve de ukalalıkla ilgili bi suç işlediysem, annem bana "sıçtığım bok," diye başlayan ve devam eden bi monologla serzenişte bulunurdu. O zaman nası otururdu içime. ühüüü annem bana sıçtığım bok dediiiiiiiii diye ağlardım. (O yüzdendir ki en sevdğim yiğit özgür karikatüründeki konuşma balonları şöyledir:

Baba: Bu hükümetten bi bok olmaz
çocuk: hiii! anne, babam bok dedi.
anne: gücüne mi gitti yarraam.

kıhkıhkıh bayılıyorum ya

Neyse. ulan şimdi bi hoşuma gidiyo. sıçtığım bok. hohoho, çok süper bi anne küfürü bence. sırf çocuğuma kızıp "doğru konuş benle, sıçtığım bok!" diyebilmek için çocuk edinmeyi isteyebilirim resmen.

madem öyle, madem yemek tarifi yazasım da yok, bir maniyle bitireyim:

çatıdaki fareler
tıkır tıkır ettiler
daha yazacaktım ama
kalemimi yediler

bi de bunun vişneli versiyonu mu vardı neydi?

vadevııııırrrr

uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özlediiiim hem annemi hem babamı çengelköyü özlediiiiim!

2009/12/02

çorbamın tuzu, dolunay ve iki buçuk aydır görülemeyen ve hazirana kadar da görülemeyecek canımın yarısı arkadaşla konuşma sonrası.

ya da, yağmur, sigur ros ve hasret.

Bunu tariften çok metnin kendisini çok sevdiğimden yazıyorum (zaten kuyruk çorbası benim için yemekten ziyade bir korku filmi enstantenesi gibi). kitabın türkçesi türkiyede olduğundan da ingilizce olacak (yani ah yeni nesil ne hallere düşmüş diyerek okuyan bi ev hanımı teyze varsa kendisinden özür diliyorum dil seçimi için) (iyice salaklaştım haa--ah dolunay ahhh!).

"ox tail soup
2 ox tails
1 onion
2 cloves garlic
4 tomatoes
1/4 kilo string beans
2 potatoes
4 chiles moritas

Preparation:

The cut up ox tails are placed in a pan to cook with a chunk of onion, garlic, and salt and pepper to taste. It's advisable to add a little more water that you normally would, since you are making a soup. A good soup that's worth something has to be soupy without getting watery.

Soups can cure any illness, whether pyhsical or mental--at least, that was Chencha's firm belief, and Tita's too, although she hadn't given sufficient credit to it for quite some time.
...
Ox-tail soup! She couldn't believe it. And behind John, in came Chencha, covered in tears. The embrace they exchanged was brief, because they didn't want the soup to get cold. With the first sip, Nacha appeared there at her side, stroking her hair as she ate, as she had done when she was little and sick, kissing her forehead over and over. There were all the times with Nacha, the childhood games in the kitchen, the trips to the market, the still-warm tortillas, the colored apricot pits, the Christmas rolls, the smells of boiled milk, bread with cream, chocolate atole, cumin, garlic, onion. As always, throughout her life, with a whiff of onion, the tears began. She cried as she hadn't cried since the day she was born. How good it was to have a long talk with Nacha. Just like old times, when Nacha was still alive, and they had so often made ox-tail soup together. Chencha and Tita laughed reliving those moments, and they cried remembering the steps of the recipe. At last Tita had been able to remember a recipe, once she had remembered the first step, chopping the onion.

The onion and the garlic are chopped very fine and placed in a little oil to fry; as soon as they become transparent, the potatoes, beans and chopped tomatoes are stirred in until the flavors meld.

John interrupted these memories by bursting into the room, alarmed by the stream that was running down the stairs.

When he realized it was just Tita's tears, John blessed Chencha and her ox-tail soup for having accomplished what none of his medicines had been able to do--making Tita weep. ..."

Like Water for Chocolate, Esquivel.


2009/12/01

abovv

Yine onun bunun bloguna bakıyodum (bu sefer benimkinden next blog tuşu ile ilerlenebilenler ama sadece) (yani balıketli türk teyzelerin evde beylerini beklerken, çocuk da okuldayken ya da uyurken yemek tarifi yazıp bebek resmi ekledikleri blogları) (öyle demeyin çok komik bazıları) (faydalı da; badem ezmesi tarifi aldım demin, naaaaber!), yaratıcı teyzelerden biri kakaolu kekine şu adı vermiş: Kunta-Kinte. Bununla da yetinmemiş, hani göndermesini anlamayanlar olursa diye paranthetical info koymuş (sadece ben mi kullanıcam parantez di mi) Zenci Kek. Abovvv diyorum sadece.


Bir de, geçenlerde bir diğer sıkıcı response paperımı yazarken fark ettim ki biz (Türkçede yani) Amerikan yerlilerine (ki bu da doğru ifade olmasa gerek) hala utanmadan sıkılmadan "kızılderili" diyoruz. Amerikalılar bile (olanca dangozluklarıyla) yapmıyo bu kadarını. Var mı acaba benim bilmediğim başka bir ifade? Yoksa yerli mi? Edebiyat öğretmeni teyze&eniştelere sormak ilazım.

2009/11/30

sinking in the rain----kuru fasülye (ıslak yağmur sezonunun başlamasına karşı küçük çaplı bir mutfak direnişi)

Çok yağmur var çok. evde de yemek yok. canım balık istiyor ama balık da yok.


keşke biri tutsa,
biri temizlese,
biri pişirse,
ben de afiyetle yesem.

ama malesef hani bana hani banadan öteye gidemiyorum:(

O yüzden, buraya yerleşişimin anca bir buçuğuncu senesinde, o da Seda sayesinde girme cesareti gösterdiğim Orta Doğu marketinde bulduğum ve de acı sevmememe rağmen sırf annemle babam yedikleri tüm kurubakliyat yemeklerine kattıklarından (yani bildiğin nostalji olsun, Benjaminciğimin melankolisi teoriden pratiğe aksın diye) (oha bu cümle kontrolümden çıktı artık benim, toparlıyamıcam galiba) aldığım türk malı acı-sosu denemek, nostaljiye nostalji katmak için kuru fasülye yapıcam (oldu galiba?). Yanına da bi pilav. Yanına da turşu. Gönlümde hala balık var ama bunla da idare edebilirim sanki.

evek malzemeleri veriyorum, aman kaçırmayın. Ama kaçıran izleyicilerimiz için altyazı geçicez.

Dün geceden yağmurun altında kaderlerine terkedilmiş kuru fasülyecikler.
Soğan (fasülyenin ve de şuanki havanın aksine kuru olacak bu)
Salça (bi kaşık normel, bi kaşık biber. şahsen benim biber salçamın artık son çırpınışları, türkiyeden biri gelse de ısmarlasam ne güzel olur)
Patates havuç sevenler onlardan da koysun, ben koyucam. Ha bu arada, etsiz yapıyorum ben bu yemeği. Hatta ben tüm yemekleri etsiz yapıyorum.
Tuz, pul biber.

malzemelerden sonrasında bi numara yok zaten. Fasülyeler haşlanacak, mutfak kötü kötü kokacak, fokurdama esnasında bazı fasülyelerin ceketleri çıkacak, ulan şimdi bunları ayıklamalı mı ayıklamamalı mı denecek... Sonra, her zamanki gibi, soğan kavrulacak, salça eklenecek kavrulacak. Yumuşamış ama hala tıkırlıklarını koruyan (tıkırlığını korumak, deyim olsun bu) fasülyeler, havuç ve patates de eklenip kavrulmaya devam edilecek. Son olarak su, tuz pul biber eklenecek ve pişene kadar yandaki ocakta bi de pilav yapılınıverecek.

Peki yarının okumalarını kim yapacak, response paperını kim yazacak? Peki ya sonraki günün? Peki ya konferans abstracti? Ah ulan, doktora yapacağıma ev kızı olmak vardı. Öyle de yemek yapıyosun böyle de, ne farkı kaldı akademisyenliğin ev kızlığından?

2009/11/29

ders çalışmayıp hikaye yazmanın dayanılmaz ağırlığı

uzun süre blog mlog kaale almadıktan sonra sevgili sedanın gelişi ve derslerimin artık kaçınılmaz şekilde çalışılması gerekliliği vesilesiyle işte geldim burdayım. sabahtan beri onu bunu şunu okudum durdum. oysaki yarınki dersin makalelerini ve de 200 sayfalık romanını okumam gerekiyordu. umarım gece güvenimi karşılıksız bırakmaz.


sevgili "next blog" tuşu bugün beni hiç yalnız bırakmadı. özellikle de kısa hikaye yazılan bloglardan koşar adım kaçtım. niyeyse pek hoşuma gitmiyor. niyeyse değil gerçi. niyesini biliyorum ve zaten o yüzden yazıyorum. ama niyeyse kelimesini pek seviyorum. neyse (niyeyse 2 yaklaşık sonuç). sevmiyorum çünkü kısa hikaye biraz zor bir edebi form. valla. roman kocaman mesela, illa bir yerinde iki üç başarı elde eder yazar. oyun desen, hepimiz okul çıkışı eve koşup daha 15 dakika önce yanından ayrılınan best firend forevır ile saatlerce telefonda konuşabilerek diyalogda ustalık aşamasına varmış kişileriz. şiir desen, bul iki metafor, uğraş 5 saat, al sana idare edecek bi şiir. mesela aha:

babacım babacığım,
acıyor elcağızım
dört tekerinle gelsen,
beni markete götürüversen.

şair bu dizelerinde el memleketinde babasının arabasından yoksun mutfak alışverişi yapmanın zorluğundan dem vurmakta. dil oyunu desen var, synecdoche desen var, uyak desen var. hatta intertextuality bile var ("Daddy", S.P.)

bunlar da şahane olur demiyorum tabi de, bence sanki azıcık da olsa daha zor hikaye. gerçi bana mı düştü eleştirmek. ben oturup zitkala sa okuyup onu eleştirsem de final paperımda üç kulaç yol alsam...

neyse işte, hani ders çalışmak lazım ya, o yüzden çalışılmaz hani bi türlü. hani? işte ondan kelli, ben de oturup şu blog aleminde en sevmediğim şeyi bizzat yaptım. hohoho. tam iki saatimi feda ettim kalleş defter sayfasına. hem de tüm blog hikayelerinden de kötü oldu. olsun. en azından hayatımda ilk kez bitirmeyi başardım. zira hiç bitiremem, sonra da nası olsa bok gibi oldu der, atarım bi kenara. bu seferki pek zevzek bişi olduğundan "bok gibi, rezalet, bu ne lan, ay korkunç, bitiremedim, tövbe tövbe, hmmm, bilemedim, keep up with the good work" gibi eleştirel kalıplara girmeyen; kendi çapındaki gereksizliğiyle değerlendirme dışı kalan; depresif, parlak, bu dünyaya ait olmayan, başka bi boyutta çok işler başaracak, ennuili hikaye yazarlarından çekinmeme gerek bırakmayacak bi hikaye olduğundan yazıverdim gitti. gerçi daha yazmadım di mi?

ha bi de malum bu bi yemek tarifi blogu, therefore bunu yemek tarifi gibi okuyun (laura esquivel'ciğimin Acı Çikolata'sı gibi).

ama dur, önce:

bugünün yemeği: zeytinyağlı barbunya (neden? çünkü okuduğum kitabın anlatıcısının adı Tambu. Barbunya yapmayayım da ne yapayım. ama tabi bi de buzlukta pişmeye hazır hale getirilmiş bi tabak barbunya olması da isabet oldu.) ile kabaklı patatesli kepekli makarna (hem de organik. ev arkadaşı klozet temizleme zırvasını bile organik alan amnesty international gönüllüsü bi vegan olunca arada alışveriş esnasında garip adımlar atabiliyor insan.)

bugün doğan çocuklara isim: kız ise duneçka oğlan ise raskolnikov. kaderleri benzemesin.

bugünün tarihi önemi: sigortayı attırıp fark etmeyip "vay be amerikada da elektrikler kesiliyormuş" demiş olduğum ve salaklığıma 2 saat boyunca doymadığım gün.




---Huzur-- ---
(defter sayfasına kara kalem çalışması)

Malzemeler:

Huzurevi sakinleri
Otobüs
Taksim Sahnesi
Tek Kişilik Tiyatro Oyunu
Sahne
Koltuk
Oyuncu
Karanlık


Yapılışı:

Karıştırıvee hepsini. bizde yapılmışı var:


"Hadi Abidin Amca, seni şimdiden götüreyim ben otobüse, ancak yürürüz diğerleri gelmeden."

"Ben gelmem, aşçı İbraamla televizyon izlicem ben. Dizi var bugün, ona bakacam."

"Of Abidin Amca, zaten ayda topu topu kaç kez çıkabiliyorsunuz ki dışarı? Gel işte. İyi kötü. Hep içerde kalmayın diye yapıyoruz bu gezileri, iyice içinize kapanmayın, huzursuz olmayın diye."

"Kahveye gidek o zaman, tiyatro neymiş?"

"Hadi hadi gir koluma."

....

Otobüse biniş ayrı şenlik, iniş ayrı karmaşa oldu. Sıraselviler girişinde yolu kapayan huzurevi otobüsü en 15 dakika trafiğe neden oldu. Kornalar, polisler, küfürler, sinirler, sirenler... Ama sonunda herkes girdi. Taksim Sahnesi. Tek kişilik bir oyun.

F sırası komple, G sırasının ortasından 10 koltuk.

....

"Ben Mualla hanımdan daha yaşlıyım, niye arkasına oturuyorum Melek kızım?"

"Neriman annem, ne fark eder, epi topu bir sıra değil mi?"

"Olmaz, benim torunlarım hep onun elini öpüyor geldiklerinde, onunkiler benim hatrımı bile sormuyor."

"Ne diyor o Neriman?"

"Yok bir şey Mualla Teyze, sen Murtaza amcanın yanına ilerle öndeki sırada."

"Oturmam ben oraya."

"Niye?"

"Osuruyo o, eşek osuruğu. İçi kokuşmuş ekşimiş o Murtazanın. Oturmammmm!"

"Ay Mualla teyze! Rezil oluyoruz, bağırma! Tamam sen geç arkaya, Neriman teyzeeee, sen gel öne hadi."

"Ohh sefam olsun Muallaaaa!"

"Oturdu mu herkes? Bakın hepinizin suyu var, tuvalete de gittiniz. Beni rezil etmeyin, sessiz oturun izleyin."

"He kızım he otur sen."

....

"Yanlıştı bu yaptığı, yanlıştı. Belki de... Belki de... Ah Antonio, neden anlatmadın bana, neden öldün ve bıraktın beni bu odada, içerde? Huzur bu odanın duvarlarından içeri sızamıyor artık. Sanki gidişin hapsetti beni bu hücreye--huzurun asla varolmayacağı bu eve, odaya. Ah nasıl da imreniyorum dışarıdaki, pencerenin önünden geçenlerin gözlerinde o tatlı ışığı gördüğümde. Huzur!... Bense varoluşun bu gizli odasında her gün daha da uzaklaşıyorum o ışıktan. Duvarlar yakınlaşıyor sanki her gün, ortadaki boşluk eriyip bitiyor. daha geçen gün yatağı ortaya çekmiştim, şimdi yine yapışmış duvara. Evet evet, ilerliyor duvarlar! ..."

....

"Elhamdullillah yarebbi şükür"

"hişşş, teyze, sessiz."

....

"Çıksam bu odadan, Huzur yine kaçar mı benden? Hatta... Ya ben çıkınca huzur içeri girerse? O zaman tüm dünyayı da huzurdan mahrum bırakmış olmaz mıyım? Ah Antonio! Huzur bu odaya dolar, huzursuz insanlar bu odayı bir mabede dönüştürür. Gözlerinde ışık kalmamış insanlar doluşur içeri. Adaklar adar, mumlar yakar ve benim odaya girmem için yalvarırlar. Girer miyim acaba? Dışarısı olanca huzursuzluğuna rağmen, yine de daha dolu, daha az yalnız. Duvarlar yok beni gün be gün sıkıştıracak, yatağımı yalayacak...."

....

"Kakam geldi."

"Abidin Amcaaaaa!!!! Sus lütfen, denir mi öyle?"

"Bu kancık karı ileri geri konuşuyo ya, ben de derim kakam geldi!"

"Ay nolur sus!"

....

"Ah ne zor şey varlık! Benlik varlık ahhh! Sen yokken huzur sadece bir ur içimde. Mutluluğun yokluğunu hatırlatan bir kanser, büyüyor bu odanın içinde, hemen tenimin dışında. Huzur yok bu evde!..."

....

"Kalk gidek."

"He gidek, deli garı car car gonuşuyo."

"Eşeğin götüne kaçasın!"

"Şşşşş, ayıp oluyor amcalar, bak çocuklar var burda."

"Atlar sike çocuğunu da seni de!"

"Aaaa, olacak iş değil!"

"Abidin amcaaa, rezil ettin bizi rezil! Sus!"

"Gidecem ben."

"Otur aşağı, yoksa televizyon da dizi de yok sana bir daha!"

"Hay dedesini domuz domaltan!"

"Yeter!!"

....

"Sadece sen anlardın ruhumdan Antonio, ruhumdan, tinimden, özümden! Şimdi her şey yabancı, herkes yabancı. Dışarısı yabancı, içerisiyse huzursuz, duvarlar üstüme geliyor. Bir sabah ezilmiş bedenimi bulacaklar. Ruhumsa çoktan ezildi. Sen gidince, sen bir söz etmeksizin gidince, kendini bu pencereden aşağıya bırakınca. Ne bir söz ne bir bakış. Öylece...."

....

"Vay yavruuuuum, ölmüş mü kocası? Vah vah yavrum vaaaah, gencecik dul kalmış he mi?"

"Atlanır mı pencereden? Allahın verdiği canı allah alır, çok günah çok. Tövbe de kızıııım."

"Şapkanı çıkar."

"Ne çıkarıcam be, deli kancık sen de."

"Göremiyom karıyı."

"Ayağa kalk o zaman."

"Lan çıkarsana."

"Sen kendin çıkar, bak sende de var şapka. Ben de senden göremiyorum."

"Kitapsız, ben senin arkandayım, nereyi göremiyosun benim yüzümden?"

"Sen neyi göremiyosan ben de onu."

"Amca, sessiz olun, bakın oyuncuya ayıp oluyor..."

....

"Geliyorum Antonio, geliyorum yanına. Açtım pencereyi işte; yere vardığımda, aynı senin vardığın yere, içim huzurla dolacak, ben de sana kavuşacağım. Bu eve girmeyen o huzur sarhoş edecek beni, duymayacağım acı. Geliyorum Antonio, geliyorum huzur, aaaaaaaaaahhhhhhhhhhhhhhh."

....

"Götlek karı."

"Ay Abidin Amca yapma! Yeter konuştuğun. Yok bir daha sizle dışarı çıkmak huzurevinden! Oturun içeride, camdan dışarı bakın. Size o müstehak! Dışarısı haram artık size!"


bitti bitli kitli ...


ha bi de, hemen okumasını da yapiim, yaşlılar ben, replikler de sevmediğim hikayeleri temsil ediyo (evet ukalayım hohoho)



 
Blogger design by suckmylolly.com