2010/10/28

Honey, I'm home!



Dönemin yarısı oldu, hatta yarısından bi hafta fazlası geçti gitti ve ben hala doktora yeterliliğime hazırlanma motivasyonunu bulamadım. Sonra bi de baktım ki ne göreyim: blog yazmıyorum, ondan! Saçma sapan, ıvır zıvır, dandik dundik, aptal saptal, abidik gubidik (tamam kes!) düşünceler içimde kalıyor, ondan derse oturamıyorum!

Blog yazmamamın yanında yemek de pek yapmadığımı fark ettim ayrıca. Ama geçen gün tam ev ekonomisi derslerine layık bi yemek yaptım: pancar sapı yemeği!! Annemi arayıp söylediğimde yeryüzünün en anti-israfçı insanı olarak o bile bi kahkaha patlattı, paran yoksa babanın kredi kartıyla yap alışverişini yavrum, ac kalma dedi. Oysaki çok güzel oldu yemeğim, hıh!

Sizden vegan, sizden organikçi, sizden yeşil, sizden aktivist olmasın; bende bi ev arkadaşı var ki (konu mutfak olduğunda) pek hevesli. Vegan ve organik dostu olup herşeyi yiyemediğinden, yiyebileceği şeyleri bulduğunda deli gibi depoluyo. Bir nevi compulsive hoarding. Bizim buzdolabının bi gün dikişleri falan atacak, dört tarafı dört yana düşecek, içindekiler tüm mutfağı kaplayacak. Zira o compulsive hoarder'sa ben de düşük bütçeli bi insanım. Pazara gidip ucuza bi dünya şey alıp getiriyorum marketten az az almaktansa. Oluyo mu sana buzdolabı bir sirk!

Mesela dün dar alanda devrilen haşlanmış pancarın pembe suyu bi güzel tüm alt rafa akmış, ama alt raf da o kadar kalabalık ki toplam yarım saatimi aldı boşaltıp silip yerleştirmem. Ayrıca kolumda bacağımda pancar suyu damlalarıyla italyanca dersine gidip yapmacik bir hezeyan yarattım.

Neyse, konumuza dönelim. Hah. Şimdi bu hoarding dahilinde Kelly kızımız bi tarlaya üye oldu, beni de üye yaptı, bize haftada bir organik sebze geliyo. Gelenler de acayip acayip şeyler. Ben diyim tat soi, sen de lemon grass... Ya da tek bi pırasa. Hatta geçen anason gelmişti, anasonun da üstünde dere otu gibi bi kısmı var. Kellycan bunları ayırmış gövdeden, başka torbaya koymuş. Ben bu sabah dur lan maydonoz dereotu domatesli bi kahvaltı yapiim derken bi güzel yıkadım bu anasonları, zeytinyağladım ve ilk lokmamla dünyam karardı--kahvaltıda rakı! (Bu noktada cumartesi hayatımın en çok rakısını içip pazar hayatımın en kötü akşamdan kalmalığını yaşadığımı, pazartesi sabahı olan dersimi iptal etmek zorunda kaldığımı belirtmek isterim. That's why.)

(Oha ne çok yazıyorum lan! Parmaklar durmuyo. Vah zavallı ben, bi şeye konsantre olmaya olmaya bak blog yazısı bile bayram havası estirdi bünyemde!)

İşte bu çiftlik bize her hafta pancar yolluyo. Ama ne pancar. 4 tane, kedi taşaği gibi minicik pancar ve 8 metre boyunda sapları! Sapların ucundaki yaprakları salataya zaten hep koyuyodum, ama sapları pişirebileceğimi hiç düşünmemiştim. Öyle bakınırken tek pırasamızı bu saplar ve biraz da pirinçle pişirsem ya ulan dedim, biiyylee gözlerim parladı, yapar mısın yaparım yapar mısın yaparım derken kendimce, yaptım gitti. Çok süper oldu lan. Öneririm! Azıcık pul biber ve kimyon da süper gidiyor.

Geçenlerde de yine evdeki fazla sebzeleri likuide (girdi mi bu türkçeye? girdi galiba, para konularında en azından) etmeye çalışırken kereviz saplı ve mercimekli zeytinyağlı havuç yemeği yaptım. Oh beybi yeah beybi. Nası güzel oldu! Kereviz sapı mercimeğe çok yakışıyor... Hatta gidip yine pişiriyim bari, kerevizler yeni geldi, taze taze...


Oh be!
Temizlendim resmen ya! Katarsis mon amour!!


2010/04/06

seviyorum işteee var mı diyeceğiiin, seviyorum işteeee var mı diyeceğin

Canım çekiyodu çok fena. Hem yemek uydurmak, hem yemek yapmak, hem yemek yemek hem de yemek tarifi yazmak. Madem yarın food and gender konulu sunum yapıcam, tam vakti.


Şimdilik sadece gezi defterimin sayfalarını dolduran New Orleans yolculuğumda 4 gün boyunca patates kızartmasıyla, arada da misisipi derya kuzusu deep fried catfish ile beslenmek zorunda kaldım. Çünkü neden? Çünkü adamlar etten hem de deep fried etten başka hiç bir şey bilmiyolar. Sebzelerden de bi patates bi bamya. Bamya da kızartma olarak tabi, zeytinyağlı yemek değil.

İlk gün sokaklarda ağızlar heyecandan açık şekilde gezerken her yerde küçük timsah (ama crocodile olan diil, alligator olan) kafaları görüp çin malları da her yanı sarmış kardiş muhabbeti yapıyorduk. Sonra akşam yemeğinde menüyü elimize almamızla çarptı acı gerçek yüzümüze. Ne acıdır ki gerçek timsah kafatasına ellemiş bi insanım artık...

Neyse, bahsedince o kızartma yağı kokusunu hissettim bak burnumda.

Gelelim benim yemeğe. Of nası lezzetli oldu! Tam da rejim yapiim bari diyodum ki, iki gün yetecek yemeği gide gele gide gele bitirdim 5-6 saatte. Tombik teyzelerin nası o hale geldiğini anlıyorum artık. Pek datlı olmuş, bari biraz daha yiyim'le geçen bi ömür!

Ben bu tofuyu süzmeyi kesmeyi niyeyse hiç beceremiyorum arkadaş. O yüzden edebimle küp küp küp küp küp (ayyy kadıköydeki küp börek evine giderdik ne güzel kahvaltıya. Ah ahhhhh. Ama olsun, evime 10 dakika yürüme mesafesine Istanbullu diye Bakery açılıyo, yihuuuuuuu!!) kesilmişini aldım bu sefer. Ne kolaylıkmış yarab!

Önce zeytin yağı, susam yağı ve bi gıdım tatlı balzamik sirkeyi tavaya koydum, içine evde bulabildiğim tek çeşit olan beyaz susamı ekledim, balzamik sirke ve ateş sağolsun mulatto susam yaptım. Yetmedi yay şeklinde ince soğanları azcık şekerle birlikte ekleyip -siz şefler nası dersiniz- karamelize ettim. Tavanın dibi böyle çamur gibi bişi oldu. Her zamanki gibi o an altını söndürüp tavaya bi dilim ekmekle saldırma arzumu bilinç altıma itip küp börek evlerini attım tavaya. Eşekler pişmek bilmedi. Arada yarım makale okudum; müstakbel tez danışmanımın mulligatawny yani köri çorbasının tarihini gender ve class açısından incelediği makale. Sonra gözlerimi kısıp uzaklara bakarak, lan aynısını humus için de yapabilir miyik acaba dedim aptal aptal. Hemen gtalka koştum, pişt keranacı, aklıma fikir geldi dedim burcuya, ama her zamanki gibi fikri falan sallayıp hayatla dalga geçme discourse'umuza demir attık. Ha bu arada tofuları karıştırdım mütemadiyen. Hatta bi noktada içine ikiye kesilmiş brüksel lahanası attım ki tofu bi yandan lahana bi yandan bağırsakları bi iyice yorsun manyak etsin. Sonracığıma, yine her zamanki gibi "anaaaammmmm tuz!" nidalarıyla geç de olsa tuzunu koydum. İçime sinmedi, yarım çay bardağı soya sütü koydum. İçime sinmedi bi avuç rende badem koydum. İçime sinmedi çeyrek çay bardağı portakal suyu koydum. İçime sinmedi firenç kat taze fasülye koydum. O da yetmedi biraz da bezelye ve mısır ekledim. 5 tane postakartı yazdım (yemeğin en önemli aşaması bu), iki türkiyeye, bi rusyaya, bi finlandiyaya, bi de çine.

Neyse, pişti yemek.

"Sumptuous!" New York Food Review
"Deliriously Delicious!" Herald Tribune
"Oh Baby Yeah Baby!" Herıld Yani

"Var ya, offff çok güzel oldu" diyerek bu gereksiz kelimeler yumağını sanal tarihin bi parçası ediyorum. Gidiyim son tabağı da yiyim de vücut ölçülerimden en yükseği belim olsun artık!!

2010/03/26

"Biz zaten hep sultanıyegah olmadık mı?"*

.

Atıf Yılmaz'ın Ah Güzel İstanbul filmini izledim bugün. Bostonda, müzede (!) Ne güzel filmmiş o öyle! Ummadık taşın baş yarması... Eve geldim bi de youtubedan izledim bi sürü sahnesini. O zaman farkettim ki festivalde ayrı sahneleri kesmişler, youtubeda, yani trt versiyonunda ayrı. Kesilmemiş hali bulunur mu bu filmin acaba (diye sordu babası trt emeklisi olan şapşal)?

Trt Ayla Algan'ın şarkı söylediği sahneleri, rakı masası muhabbetlerini ve en sevdiğim kısmı (Haşmet'in iki fakülte bitirmiş Leman hanımla evlendiğini gördüğü kabusu) kesmiş, kuşa çevirmiş. Festival direk amerikalılara çalışmış, onları sarmayacak sahneleri çıkarmış (öte yandan bok gibi çevirisiyle olsun, beyaz altyazıların beyaz zeminde görünmemesiyle olsun tam bir denyo olduğunu göstermiş oldu organizatör). Daha da kötüsü, filmin 5. dakikası civarı başlayan credits kısmını direk silmişler. Ne oyuncusu belli filmin ne yönetmeni. Çok bravo. Ayrıca credits esnasında filmin adı şöyle yazılıyo: Ah Güzel İstanbul(!), o kısım gösterilmeyince de bilinemiyo tabi parantezli ünlem.. Ay neyse, Alin Taşçıyan gibi ekşi suratlık yapmiyim.

Çok güzel bi film.

Başından bir kuble (kesilmiş tabi, ama en azından en başı normal galiba):




Ay bi de boktan yeşil hat metrolarından sevgili kırmızı hat metrolarına süzülürken kendime engel olamadan (ve sözlerini de bilmememe rağmen) söylediğim şu şarkıyı da ekliyim ki alaturkalıktan öleyim! (Evet filmin vapurda geçen ve Boğaz manzaralı son sahnesinde ağladım da! Ama Beylerbeyinde geçiyo film, ben ağlamiyim de kimler ağlasın; Çengelköy-Beylerbeyi, a stone's throw!) Neyse ki yarın greek yoghurttan bi haydari yapıp bi cantaloup kesip ince belli çay bardağında rakı içmece günü!




Last but not least, yok benim ders çalışmam lazım diye cuma akşamı cuma akşamı partiye gitmeme disiplinini/hıyarlığını gösterip sonra gelip "boş işler bu işler"le uğraşmak da çok priceless...


*aşağı yukarı. youtube versiyonunda kesmişler zira o sahneyi. hatırladığım kadarıyla artık. İngilizce altyazısını hatırlıyorum, niyeyse: Haven't we always been atonal?

.

2010/03/14

this hole of the hollow between two bellows*

Instead of a Preface

In the terrible years of Yezhov terror I spent seventeen months waiting in line outside the prison in Leningrad. One day somebody in the crowd identified me. Standing behind me was a woman with lips blue from the cold, who had, of course, never heard me called by name before. Now she started out of the torpor common to us all and asked me in a whisper (everyone whispered there):
"Can you describe this?"
And I said: "I can."
Then something like a smile passed fleetingly over what had once been her face.
— Leningrad, 1 April 1957

Anna Akhmatova, from Requiem


Bu da Instead of an Epilogue to Humanity ya da Hello, Inhuman olsun:


http://www.milliyet.com.tr/bu-adama-dikkat-/turkiye/sondakika/14.03.2010/1211176/default.htm



Böyle durumlarda kana kan intikam isteğimi evcilleştiremiyorum malesef ve düşüncelerimde şalter atıyor, anlatılırın dışına çıkıyorlar: "'Can you describe this?' And I said: 'I can'" not.

(öte yandan haberdeki hayvanı insanlaştırmadan, iyi huylu olduğuna değinmeden, hamileliğini ve yavrularını kaybetmesini vurgulamadan ve hayata küstüğünü belirtmeden yeterli etkiyi sağlayamama endişesi de insanlık dışıların hiyerarşisine [kuduz köpeğe tecavüz etmek ve öldürmek vs. hamile köpeğe tecavüz edip yavrularını öldürmek, mini etekli ve cinsel enerji dolu bir kadına tecavüz etmek vs. 35 yaşında iki çocuk annesi hocanıma tecavüz etmek....] bakan başka bi post'un ve hatta mümkünse bi akademik makalenin konusu olsun. )


Fuck y'all, "bu adam"lar.

*Artaud

2010/02/06

The art of losing isn't hard to master



Cumartesi kutuphanesine bayiliyorum. Cuma da bos oluyor, evet, ama sikici oluyor niyeyse. Pazar da hinca hinc. Sorumluluk bilir Amerikan ogrenciler ustlerinde pijamalari terlikleri, agizlarinda sakizlari ve dedikodulariyla dolduruyorlar her koseyi. Zaten pazar gelmiyorum, odevlerin zike zike bitirilmesi gerektigi, yusuf yusuflugun zirve yaptigi gun oldugu icin evde calisabildigim nadide bi zaman dilimi kendisi.

Hele cumartesi kampusune daha da cok bayiliyorum. Bombos. Yurtlarin cevresindeki bir iki kendini bilmez haric kimse yok. Gevrek Amerikan ingilizcesi sagini solunu sarmiyor insanin, ya da 'I was like blah blah and he was like oh my god and I was like oh god I so wanna kiss you' diye anlatacak bi suru seyi olan koca sesli kizlar. Hatta saat erkense bir haftalik kayip seyler birikintisini de ilgiyle izleyerek yuruyebiliyor insan, PoMo bi sanat galerisi gezermis gibi. Bir kalemkutusu, bir kac toka, bir bere, bir suru kalem... Yalniz yururken yapmayi en sevdigim sey. Tuketim cilgini amerikan universite kampusu de bunun icin en iyi yer tabi. Dusurduklerini, kaybettiklerini hic arayan var midir diye merak ediyorum.

Lise ikideyken aslinda cok da ozel olmayan bir cift eldivenimi vapurda dusurmustum, her zamanki kaybetme yontemimle: oturunca elindeki nesneyi kucagina koyarsin, yolculuk ya da her ne ise yaptigin sey onun esnasinda kucagindakinin varligini unutursun, kalkar, dusurur, ustunden bi guzel yurur gecersin. Iste ben o kiytirik eldiven icin dersane kapisindan Besiktas iskelesine geri yurudum, sehir hatlari amcalara derdimi anlattim: "Cok mu ozel guzel bir eldivendi kizim, deri miydi neydi?" "Yok degildi, yundu ve nasi guzel isitiyordu!" "Kizim ugrastirma yun eldiven icin bunca adami simdi" "Ama bakin taa nerden yurudum, bi arayiverseniz ne olur?" Tabiki bulunamadi, takim olarak dusmus eldiveni kim birakir ki yerde? Mukadder teyzemin hediyesi eldivenler simdi 'eller'in ellerini isitiyodur herhalde.

Boston'da en cok bulunacak kayip nesne eldiven. Eski ev arkadasimin koleksiyonu vardi, tek eldiven koleksiyonu. Ama benim koleksiyonlarim gibi bos ve islevsiz degil. Yerde bulup begendigi eldivenlerin diger ciftlerini de bi noktada bulabilecegine inaniyordu. Hatta arada cikarip "Buna kahverengi sol suet es lazim, buna da siyah deri sag" diye gosterirdi. Ben o siyah derinin sagini buldum bi gun. Hem de karlarla kapli bi bos alanin ortalarinda gorerek. Usenmedim bata cika gittim yanina, lutfen sag olsun lutfen deri olsun diye diye. Dilekler gercek cikinca da eve bi nese icinde gittim ki!

Boston bienali olsa bu sokaklardaki eldivenlerle ilgili bir proje yapmak klise bile kacar herhalde, sehrin kenar susu zira onlar, herkes bunu goruyor ve farkinda olmali di mi? Benim merak ettigim kaybolmayan diger teklerin ne yaptigi. Mesela ben kaybetsem birini, digerini de birakirim mantikli bi yerlere ki belki kavusurlar. Ama ben bi sey kaybetmemeye kararliyim. Uzun yillar o kadar cok seyimi kaybettim ki artik buna bir dur diyorum. Neredeyse herseyime manevi deger yukleyerek onlara daha iyi bakmayi ogrendim. Mesela bi eldivenimi Amerikadan Turkiyeye ilk donusumde annem almisti. Digeri annemin genc kizlik eldiveni. Sokuklerini de ananeme yamattim, boylece takinca 3 nesil birden kadinim. Digerini Burcucumla Londradan aldiydik, onda da var bi tane; kaybedersem elimi de keser birakirim ikincisinin yaninda.

isin ozu, lafin kisasi; ben bugun bi dangozluk yaptim, okula yururken yerde duran bi cuzdanin ustunden sekip gectim. Aaa cuzdan dedim. Kimin ki acaba dedim. Calinmis mi dusmus mu ki dedim. Ama bunlari derken yurumeye ve olay yerinden uzaklasmaya devam ettim. Ancak 5 dakika kadar sonra bi anda ya icinde telefonu falan vardir aslinda insanin, arasam ya dedim. Geri dondum mu? Hayir. Su anda kutuphanede guya ders calisiyorum, gidip bakayim duruyosa arayayim sahibini diyecegime salak salak bilgisayar karsisinda yazi yaziyorum...

Ne bicim bir eylemsizlik hali bu? Yerdeki nesnelere ilgim sadece yerde olduklari gercegiyle ve benim onlara uydurdugum hikayeler kurmacasiyla mi sinirli? Ve gercekten bir hikayesi olmasi ve o hikayenin degistirilebilecek olmasi gerceginin hic mi anlami yok? Bilemedim.

Son zamanlarda surekli bir fark etme halindeyim; bazi konularda ben bisi yapsam ne olucak ki dunyada bunca gerzek bunca mankafa var oldugu surece demekten vaz gecip gercekten bir seyler yapmaya calisiyorum, yazin Turkiyede olusumu bi ise yaratacak projeler dusunuyorum. Ama su anda boyle salakliklar yapmaktan da hic cekinmiyorum belli ki... Bu da bi sey diye sevinmeli mi yoksa bu da bi sey diye sevinmek acinasi mi, onun cevabini da bi sure defer edicem.


Ote yandan Turkiyeye gidisi geciktirip "commie camp"e gidesim var cok fena. Napicaz bilmem. Mayis sonunda son maasi almak demek, haziranda ev kirasi veremeyecek olmak demek. Bu durumda haziranin ilk 15 gunu homeless shelterlarinda mi yasicam? Commie camp dedigim de institute gibi workshop gibi bi aktivite bu arada, got yaymalik yaz kampi degil yani (2010 Marxist Literary Group, Institute on Culture and Society). Firedirik Ceymisin'in 30 kusur sene once baslattigi bi gelenekmis kendileri...



Baslik pek sevgili "One Art" siirden alinti. Bendenize cok koyar kendisi:


ONE ART

The art of losing isn't hard to master;
so many things seem filled with the intent
to be lost that their loss is no disaster,

Lose something every day. Accept the fluster
of lost door keys, the hour badly spent.
The art of losing isn't hard to master.

Then practice losing farther, losing faster:
places, and names, and where it was you meant
to travel. None of these will bring disaster.

I lost my mother's watch. And look! my last, or
next-to-last, of three beloved houses went.
The art of losing isn't hard to master.

I lost two cities, lovely ones. And, vaster,
some realms I owned, two rivers, a continent.
I miss them, but it wasn't a disaster.

-- Even losing you (the joking voice, a gesture
I love) I shan't have lied. It's evident
the art of losing's not too hard to master
though it may look like (Write it!) a disaster.

Elizabeth Bishop



2010/02/04

alınan verilen/boş işler indeed

Geçen hafta bi internet sitesinden yine birbirinden gereksiz defter ve kartpostal alışverişi yapmıştım (ama sanatçı kooperatifi bunlar, hayırlı bi iş yaptım yani aslında), şöyle bi email aldım:


Hello,
This is a brief message letting you know that we got your order and it will be filled and shipped on Wednesday, 02/03. Roger, who normally fills orders, left yesterday for Indonesia and Katie (who is taking over for him) can't start until Wednesday. Excuse our tardiness and thank you in advance (hopefully) for your patience!

Yavruuuuum, yerim ben sizi!
"Take it easy man! Say hi to Roger whenever he calls you from Indonesia and thank Katie for me, it's so nice of her to take over for Roger" diye cevap yazacaktım. Yazdım da, ama daha az laubali yazdım tabi. Bakalım sabah sevimli bi cevap beni bekliyor olacak mı.

Diğer alınan verilen de (ilk defa içeriğe uygun başlık atmayı başardım galiba!!) oje. Sanki sürebiliyormuşum gibi aldım. Resmen tırsıyorum elime sürmeye, bölümdekiler arkamdan "Bu kız oje sürmeye vakit nereden buluyor yahu, çalışmıyor herhalde hiç, aptal galiba biraz" falan dicekler diye. Zaten güzel giyiniyorum diye bi husumet var aramızda. Makyaj da yaptıysam iyice halleniyolar (makyaj yapmak dediğim de kalem çekmek-ruj sürmek, korkumdan rimeli de bıraktım --gerçi geceleri temizlemeden yatıp sabah kömürcü çırağı gibi kalktığımdan bıraktım rimeli biraz da). Bugün mini etek-dantel çorap kombinasyonuyla göze batmiyim diye saçlarımı yapmadan gittim. Ulan doktorada uğraştığım meselelere bak, aptalım galiba biraz? Neyse, ojenin markası diyodum, Sinful Colors, rengi de Bleeding Heart (Gerçi rengi Bleeding Heart değil bence. Lakayt bi kırmızı. Bulamıyorum aradığım tok-karizma kırmızıyı. Nerde memleketimin 1 ytl'lik flormarları). Güldürdü beni kerata. Interracial porno adı gibi lan! Sinful Colors: (abooov, alt başlık buliyim diye düşündüm düşündüm düşündüm durdum, bulamadım. hiç porno izlemediğimden olsa gerek. demek ki konu üzerine iki akademik makale okumayla olmuyormuş bu işler! Doktora öğrencisi dilemması: bir iki makale okuyup her şeyi bildiğini sanmak vs. her okuduğu şeyle ne kadar yetersiz olduğunu fark etmek) Hatta bak bunun ikincisini de çekip adını da Colorful Sins: bişi bişi yaparım (denyo dediğim bostoncı'cıdan ne farkım kaldı?)


Wordsworth demiş ki "Empty thoughts! I am ashamed of them." Şair bu dizesinde blog olayını taaa 1805te bilmiş de bize seslenmiş:)

2010/02/01

çok fena boş post.





Faunaya floraya hayırlı olsun, petunyam çiçek açtı, hem de iki tane! Kokuyo bi de güzel güzel. Her ne kadar sevmesem de evde çiçek, ilk göz ağrımın ilk çiçekleri olduklarından pek hevesliyim. Ama malesef fauna da aynı şekilde hevesli. Gerçekten hayırlı oldu kendilerine; 5 aydır bi kez örümcek görmüşken, bi haftada iki tane gördüm, şahane oldu (ay heyt örümceks). Gerçi biri banyoda, onun benim çiçekle ilgisi yoktur heralde. Pencereyle tel arasında sıkıcı bi hayatı var hayvancığın, biz banyo yaparken nemden buhardan deliriyor, kaçacak yer arayıp duruyor. Ama tek deliren o değil, benim de bi göz hep açık, hep örümcek telden süzülüp üstüme atlamıcak di mi diye tetikte. Aileyle yaşama olayını sırf "Anneeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee, örümceeeeeeeeeeeeeyyyyyyyyyyyyyykkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk" diye bağıramadığım için özlüyorum. Gerçi annem de iplemiyo artık benim araknafobimi. Yazın vişne ağacının derinliklerine yolladı beni gözünü kırpmadan. Reçel yapacakmış, ben amerikaya götürecekmişim. Aha duruyo dolapta, bi kaşık yemediğim, şekerlendiği ve boşu boşuna taa buraya taşıdığım yetmezmiş gibi örümcekler alemine de boşuna dalmış oldum yazın. neyse.

Çok fena boş dedimdi ben.

Şimdi çok fena dolu (!) işlere geri dönüp Hegel'in master-slave dialectics'ini fransız kolonisi Saint-Domingue'nun 1805'te fransadan bağımsızlanıp Haiti olarak kurulmasına bağlayan makaleye yazdığım ödeve bi öpücük kondurayım (böyle de dolu bi insanım yani aslında kıhkıh).

2010/01/21

vanpir





oha ya. park chan-wook'un bakjwi'si (thirst) neymiş öyle! kendisinin vengeance trilogy'si hiç kalır bunun yanında. so bloody good! ama too bloody. ellerimden kan çekildi izlerken. hala da buz gibiler.

yine de , olanca kan sevmez halime rağmen bayıldım. resmen demin bitirdiğim filmi bi daha izleyesim var. hastanedeki sevişme sahnesini de haftada bir.

çatılardaki uçma sahnesi hariç, eski gelin-kaynana programlarından semra hanımın(bi zamanlar çok engin bi POPOler kültür muhteviyatım vardı) deyişiyle "aşıkım!" bundan böyle bakjwi'ye.

çocukluğumun vampirli hayal dünyasının ürpertisine anca bu kadar güzel geri dönebilirdim heralde! bi de her ne kadar onu da sevmiş olsam da, let the right one in'in beynine çok rahat vereceğini söyleyerek olmuşken ağzımı da bozayım dedim.


bu adamın i'm a cyborg, but that's ok'ini pek önerdi bir arkadaşım ama okulun kütüphanesi henüz merak etmemiş kendisini, edinmemiş. bayimden ısrarla isteyeceğim, sabırla bekliyeceğim.


tatildeki film izleme şölenimi bununla birlikte ve çok fena dadmin olmuş bi şekilde bitiriyorum böylece. amen.


2010/01/20

pirinç akışı


neden? çünkü benim bilinç akışımdan roman değil anca pilav olur. bugün kendi bilinç akışımdan kendi kafam şişti. şimdi buraya boşaltayım kalabalığı ki bi ay önce yazmam gereken öğrenci paperı margin notlarını bitireyim bu gece. (yapmam gereken iş var ya, bıraktım dediğim bloga döndüm yine!)

bugüne, ulan kaç gün kaldı ki 11e 12ye kadar uyuyabileceğin, uyu anasını satiim diyerek oldukça geç başladım ve de şansıma 12de biriyle buluşup bende kalan bişiyini vermem gerektiğinden evi koşar adım terketmek zorunda kaldım. sonra da dedim ki, madem güne bu kadar erken (?) ve dışarıda başladım, hadi bugün ikinci el kitapçı gezip bu dönemki derslerin 28 adet (ühühüh) kitabını alma günü olsun.

bu hatayı her dönem bıkıp usanmadan yapıyorum. internetten sipariş ver be kadın! yok, illa gidicem ve gereken kitaplardan çok gerekmeyenleri alıp çıkıcam.

ilk tükkan harvırd buksıtor. öyle bi yer ki, bi gün bacaksız sigara kaçakçısı ya da ökkeş lunaparkta'yı falan bulsam hiç şaşırmam, sadece oturur çocukluğuma dönerim. her şey var. inadına da gözümün önüne önüne bi sürü güzel kitap geldi. bi kitabı alıyorum, sonra bi başka şahane kitap görüp öncekini bırakıyorum. sonra daha iyisini görüp onu da bırakıyorum. yani bi noktaya kadar kendimi kontrol altında tutuyorum: elinde tutabileceğin kadar kitap almaca. 3 okul için roman, 4 de kendime hakim olamadığım için. tam ödeyip kaçıcam arkama bakmadan (4 baya iyi aslında), eski pullardan magnetler yapmış satıyolar! başında geçen 5 dakika, kafadaki münakaşanın ardından 4 tane almak.

haydi ikinci dükkan. raven. yeni mal gelmiş, nası da güzel kokuyo! sahaf kokulu parfüm yapsalar ya.. marquis de sade'ın şahane bi toplamasını buldum. justine, boudoir, mektuplar, diyalog. bi de blanchot yazısı sade üzerine. almayim de ne yapayım. 1 okul için kitap, 2 de dondan fırlayan kitap. yine kasada ekstra harcama: çanta. bi raven çantam eksikti! bi de yani iyi, güzel, alıyorum bunları da ben hayatta o ülkeden bu ülkeye taşınırken (amin) bu eşyaları yanımda götürmek için kim bilir ne paralar dökmek zorunda kalıcam! bi de önceden kitapları çuvala doldurup ya allah diyerek gemiyle türkiyeye yollama opsiyonu vardı. artık yasaklanmış o!

Poe'nun kuzgunu bana da gelip "bi daha asla" diyiverse ya.

quoth the raven 'nevermore.'

hiç sanmam.

üçüncü kitapçıdan edebimle çıkacağımı tahmin ediyordum, ta ki kasanın yanına kalleş karmam tarafından itinayla bırakılmış anatomy of melancholy'yi görene kadar. yıllardır okuma listemde boş boş oturan kitap. hem de 500 sayfa ve gıcır gıcır olmasına rağmen 11 dolar. ahh! oysaki bu sefer kendime ne kadar da hakim olmuştum! "durun! bi kitap daha var!"

sonra iş iyice çığrından çıktı tabi. madem bütçenin içine ettik, bi de urban outfittersın alt katına bakalımla başlayan, acaba vintage'cılara yeni mal gelmiş miyle devam eden ve en sonunda utanmadan goodwill storeda biten bi macera. yalnız goodwillden 2 buçukar dolara aldıım hiç kullanılmamış çantalar gözlerimi doldurdu.

all in all, okul için gerekenlerden sadece 5 kitabı buldum ve 160 dolar harcadım. inanamıyorum. üstüne bi 100 dolar daha koy, san francisco uçak bileti gidiş-dönüş! kalacak yeri de hospitalityclubdan beleşe getirdin miydi!... öte yandan tüm bu olaylar esnasında beynim sürekli bir monolog-diyalog halindeydi. kitapçılarda hiç susmadı zaten, ona da bakayım buna da bakayımcı idimle, oğlum bak sonra ay sonunda parasızlıktan ayaklarını yersin diyen süper egom itişti durdu. kitapçıdan kitapçıya yürürkenki tartışma konusu da yemek oldu.
id: acıktım laaaaan!
süper ego: lan o kadar pazara gittim, torba taşıdım, evi yeşillikle sebzeyle doldurdum, nane bilem aldım. dışarda yemek yok! o sebzeler çürürse süründürürüm seni.
id: bi veggy burger yiyeydik sarımsaklısından?
s.e.: veggies are in the fridge.
...
id: pişt, bu people's republic'e gelemedik ya hiç, girsek ya şimdi, bi yorgunluk birası?
ego: harbiden ya, anılar.. amerikadaki ilk ikametimin yanındaki bina. aha ilerde de istanbulu ilk kez aradığım ankesörlü telefon. aha rus teyzenin marketi. evet ben de girelim diyorum people's republic'e
s.e.: sen nerden çıktın? sen omzunda taşıdığın kitap yükünün altında kaybolmamış mıydın? neyse, aç karnına bira içilmez.
id: burrito var diyo.
s.e.: tamam söz, haftasonu birilerini kafalayıp gelicez. ya da hiç olmadı türkiyeden gelen ilk misafir ilk gecesinde kapılıp getirilecek buraya.
id: üff çok sıkıcısın.
s.e.: işim var işim! kitap lazım!
id: aa evet di mi. şu küçük prensin muhteşem yeni baskısı lazım. pop-up kızııııım! onu alalım. alalım di mi? kesin alalım.
s.e.: bi sus ya bi sus!

bahsi geçen pop-up edition:






Bi de, normalde her türlü pis şeyi çekmesine rağmen donuta hiç yüz vermeyen canımın şuanda çok fena boston creamli donut yiyesi tuttu. dunkinden ilk geldiğimde bi-iki kere kahve içtim şimdiye kadar, bi daha da içmem, bok gibi. ama işte köpeğine baktığım çocuk teşekkür amaçlı dunkin gift card almış, aklıma soktu..

üşenmesem gidip alsam mı derken internetten bi baktım neler varmış bu pisliin içinde diye. ohasis! sanırım artık asla yemicem. muhteviyatı başımı döndürdü, aklımı aldı! yani bi hafta süper beslensem, salatamı meyvemi yoğurdumu tofumu güzel güzel alsam ama bi tane donut yesem tüm temiz beslenme çabamın içine edecek. onu yiceğimle şerefimle bol bol pattes kızartması bira ikilisini taciz ederim. bundan sonra olsa olsa boğaziçi kuzey kampusteki dunkinden o da sırf master tezi yazarkenki acılarıma bi saygı duruşu olsun diye yerim boston cream.

INGREDIENTS: Donut Dough: Donut Mix [Enriched Flour (Wheat, Flour, Malted Barley Flour, Niacin, Iron, Thiamin Mononitrate, Riboflavin, Folic Acid), Soybean Oil, Dextrose, Salt, Leavening (Sodium Acid Pyrophosphate, Baking Soda), Defatted Soy Flour, Maltodextrin, Wheat Starch, Mono and Diglycerides, Gums (Cellulose, Guar, Arabic, Carrageenan, Xanthan), Sodium Stearoyl Lactylate, Soy Lecithin, Enzymes, Artificial Flavor, Annatto and Turmeric (Color), Nonfat Milk, Egg], Water, Yeast; Bavarian Kreme: Water, Sugar Syrup, Modified Food Starch, Corn Syrup, Partially Hydrogenated Soybean Oil, Contains 2% or less of each of the following: Natural and Artificial Flavors, Glucono Delta Lactone, Salt, Potassium Sorbate and Sodium Benzoate (Preservatives), Titanium Dioxide (Color), Yellow 5 and Yellow 6, Agar; Chocolate Icing: Sugar, Water, Cocoa, High Fructose Corn Syrup, Contains less than 2% of the following: Maltodextrin, Dextrose, Corn Starch, Partially Hydrogenated Soybean and/or Cottonseed Oil, Salt, Potassium Sorbate and Sodium Propionate (Preservatives), Soy Lecithin (Emulsifier), Artificial Flavor, Agar; Shortening: Palm Oil, Partially Hydrogenated Soybean Oil and Partially Hydrogenated Cottonseed Oil with TBHQ and Citric Acid added to help protect flavor.

yeni amerikan tatlısı ilgi alanımı custard pie olarak belirledim. bi de italyan mahallesi cannoli'si, cheesecake'i, tiramisu'su... ders aşamam bitince italyan mahallesine yerleşip tatlı yemekten 100 kilo olasım var.

oh be, boşaldı galiba?


bu arada, dünkü seçimleri cumhuriyetçi aday kazandı. Massachusetts senatörü cumhuriyetçi yani. bu, İzmir milletvekilinin akpli olması gibi bi durum. herkes şokta; buralı arkadaşlarım kendilerini facebook statü mesajlarıyla ve linkleriyle jiletlemekle meşguller. ama böyle olacağı çok belliydi. 55 üniversiteli şehir merkezinden toplanmıyor bütün oylar. işsiz kalan ve sadece tam içinde olduğu anı garantilemeyi düşünüp dünyanın geleceğini iplemeyen dangozların ve de gayet zengin ve rahatı yerinde olup şimdiyi değil kendi ve benzeri kalantorların geleceğini düşündüğünden sağlık reformuna karşı çıkan diğer kutup dangozlarının sergileyeceği tipik bir hareket değil mi bu?

gerçi benim dediğimi değil de demokrat adayın nerde hata yaptığını anlatmış ama olsun.





2010/01/07

i understand your point of view and do not respect it



be kind rewind 1:22:48'deki sevimli Gondry anıyla titreyip kendime geldim (kartondan piyano. beyaz eller ve siyah eller kesilen delikten uzatılarak tuş yapılıyo). zaten gondry sevmezdi, science of sleepte uyumuştu!! gondry sevmeyen insandan hayır gelmez.

gondry ne süper bi insan. aslında gondry+kaufmann+jeunet+caro+burton hep birlikte bi film çekse, hatta cennet o olsa?





Geçenlerde metroda bi adam görüp büyülendim. beğendiğimden falan değil. bu sevdiğim görüntü yönetmenleri görse bu adamı, kim bilir neler yaratırlardı diye üzüldüm görmediklerine. Büyük ihtimalle Harvard'da tarih hocası falandı. ama öte yandan avukat bile olabilirdi. zaten harvard'dan önce binip harvard'dan sonra indi. siyah deri bi çanta, dört köşede kahverengi yuvarlak ekler var. sapları da kahverengi ve ne uzun ne kısa. üzerinde ne çok koyu ne çok açık lacivert takım elbise, kalite damlıyor. lacivert çorap ve koyu kahve deri gıcır pabuçlar tabi tahmin edileceği gibi. yan koltuğa konmaya kıyılamamış, kucakta tutulan deve tüyü rengi kocaman kaşe palto. sağ elde kocaman taşlı altın yüzük, sol elde alyans ve altın saat, hafif bol. Açık sarı gömlek; geometrik şekilli, rengarenk ve 10 sene sonra şahane vintage olacak bi kravat. dikdörtgen gözlük, kalın çerçeve-ince cam. dalgalı saçlar sağdan ayrılmış, çok özenle taranmış ve öyle kalmış ama jöle-briyantin falan anlaşılmayacak şekilde. Çok havalı, aralarda az miktarda beyaz. bıyık very sherlock holmes indeed. dudakla birlikte sağ ve sondan aşağı meyletmiş. yavşak bi ters u gibi. yanaklar da bıyık gibi aşağıya sarkık. tipik bi kendini beğenmişlik-çevreden tiksinmişlik hali katıyor. ve tabiki gazete okuyor, kitap değil. ama tam yatağa karısıyla aynı anda girip yan yana yarım saat kitap okuyup sonra da karısıyla aynı anda lambasını söndürüp sırtını dönüp uyuyacak bi adam gibi. bak kesin parfüm de kokuyodur tüm amerikalıların aksine.

adamı öküz gibi süzmeme rağmen bi kere bile göz göze gelmedik.

işte böyle.

neyse.

artık yazmak da yazdıklarım da pek sıkıcılaştı. yine bi 6-8 ay ara vermenin vakti geldi galbe:)


2010/01/06

suicide machine


Ben sanmıyorum ki doktora bitmeden böyle bişi yapmaya cesaret edeyim. Ya da belki tezimi bitirmeme bi ay kala falan.



Sign out forever:)

"Als das Kind Kind war"

Tatil boyunca günde en az bir film projem çok mutlu edici bir şekilde devam etmekte. Bugün Himmel Über Berlin'i izledim ve 87den beri varolan böyle muhteşem bi filmi anca izlediğim için kızdım kendime. Şehir filmlerini zaten niyeyse illa seviyorum (Anlat İstanbul mesela, bayılıyorum! Zaten yazarı Ümit Ünal, muhteşem insan. Herbikeslere öneririm. Azra Akın'ın yeteneksizliği bile çok göze batmıyo, zira pamuk prensese gayet uygun. Sonracığıma Tokyo! var. Gondry'nin filmi ayrı güzel, diğer iki yönetmeninkiler ayrı. İstanbul Hatırası, keza. Hatta 11'09''01'deki Sean Penn'in kısa filmi. Neyse, uzatmıyorum). Metnin genelde şiir olmasının ve zaten filmin Handke'nin yazdığı bi şiirine ("Lied Vom Kindsein" http://www.wim-wenders.com/movies/movies_spec/wingsofdesire/wod-song-of-childhood-german.htm) (bu da in ingliş: http://www.wim-wenders.com/movies/movies_spec/wingsofdesire/wod-song-of-childhood.htm) dayanmasının dışında görüntüler de hikaye de sahneler de ay herbişey şiir gibiydi! Azıcık film studies dersi alsaydım "film tarihinin en iyi filmi bu film huleyyyyyyyynnnnnnnnn" diye atılırdım ortaya ama tabi abartmamak lazım. Ay bi kere Homer vardı filmde, "What is wrong with peace that its inspiration doesn't endure?" gibi laflar ediyordu, neden kimse barışın epiğini yazamıyor diyordu. Al işte, yazmamış ama çekmiş Wenders çatır çatır. Sonracığıma, kütüphane sahneleri adamı meditasyona sürükleyecek türdendi. Ayrıcana 3 dilliydi, hatta 4 de diyebiliriz; iki kez de iki türkün türkçe düşüncelerini dinliyoruz çünkü. Son olarak da Marion'un sirk toplandıktan sonraki ve de filmin sonlarındaki konuşmalarını/düşünmelerini sevmeyelim de ne yapalım Wim?


"Pouvoir simplement dire, comme un instant, je suis joyeuse, j'ai une histoire et je vais continuer à en avoir une."
"Je suis la, je suis libre. Je peux tous imaginer. Tout est possible. Je leverai les yeux et je deviendrai le monde. Maintenant. Sur cette place, un sentiment de bonheur..."

Sanki bi Ulysses'lik var bu filmde. Ama zaten neden olmasın. İkisi de şehir epiği.

Neyse, izleyin-izletin.

2010/01/02

piss i said piss i will piss



Ay nası sıkıştım belli değil. ama hiç de gidesim yok. bak ertelemek için yine açtım yazıyorum. bakalım ne kadar dayanıcam. şimdi Evroşka olsa hemen bi ilkokul öğretmeni tavrı takınıp kaşlarını çatıp gü çabuk gidiyosun tuvalete, sinirlendirme beni derdi. ama yok. hehe.

Bugün işim yokmuş gibi (aslında du bakiim, hmmm işim yok ki, tatildeyim hohohoooooo) oturdum 4 sene sonra nerde yaşayacağıma karar vermeye çalıştım. sonuçları da yaklaşık 3 seçeneğe indirdim. ilki ya italya ya ispanya. hem dillerini biliyo sayılırım, en azından bi sene içinde zaten biliyo olmazsam sınavları geçemicem, doktora bitmicek ve tek çarem gözümde bir damla yaşla eve dönmek olacak. ama yok öyle bir risk canım, oha! hayatta gurur meselesi yapacağım tek şey dil sınavı geçememek olur heralde.

Neyse. italya ve ispanyada küçük bi şehirde küçük bi üniversitede mutlu huzurlu edebiyat öğretmek gibi bi hayalim var, taaaaaa 2003te yani lisans 3teykene interrailde yini bir kaybolma anında kendimi ravenna denen sevimli minik şehirde bulduğumdan beri. sevimli minik olmasına bakmayın, biz gitmeden bikaç önce bir radiohead konserine sahne olmuş gururlu, başı dik bi şehir valla. nası tatlı yerdi. bi de yokuş yoktu, çok süper, bisikletine atla gez. romaya yakın, venedike yakın. Floransa keza. bi de işte o kaybolduğumuz gece bisikletli bi adam fellik fellik hostel arayan bize nereli olduğumuzu sorup da türkiye cevabını alınca: arkadaaaaaş demişti, ve de alıp kendi götürüp bırakmıştı hostele. e tabi artık kodlandı o anı beynime. italya ayrıca artık yaşlanmakta olan ve malesef eli mecbur sağlık sorunlarıyla boğuşacak ana babaya 3 saat mesafe. şahane.

O olmazsa da madrid ya da barcelona. "Iyyy madrid ankara gibi renksiz, barselona istanbul gibi muhteşem" diyenlerin alnını karışlarım. yaptım da bunu ispanya dönüşü. bence madrid gayet gözeldi, denizi olmaması dışında. belki de gay parade'e denk geldiğim ve metrolarda öpüşen kızlar ve süper kıçlı oğlanlar şehre renk kattığı için bööle düşünüyo olabilrim, bi daha görmek lazım ama, barselona da hiç istanbul gibi diildi bence, antalya falan gibiydi. bi yavanlık vardı ama bilemedim. neyse, heç farketmez. ikisinin de başımın üstünde yeri var. ayrıca İspanyolların ingilizce aksanı çok ağır olduğundan ve açıkçası pek de ingilizce konuşan olmadığından çok kolay iş bulurum gibime geliyo.

İkinci seçenek: latin amerika. şimdi bu biraz havada kalan bi istek, çünkü daha hiç gitmedim oralara. biraz az gelişmişlikten, biraz da fakirlik-düşük eğitim seviyesinden dolayı türkiyeden kaçmama neden olan sorunların orda da karşıma çıkabileceğinden endişeliyim. ama öte yandan adamlar yakışıklı, tango ve flamenko sokaklara taşmış, ispanyolca muhteşemus bi dil, en sevdiğim edebi akımlardan büyülü gerçekçiliğin beşiği... kötü tarafı, ana babaya fena uzak, biletler de çok tuzlu. şimdi hadi arjantine bi tatlı huzur almaya gidiyim desem 1500 dolar bilet. hem de kuzey amerikadan.

Son seçenek de iskandinavya/danimarka/hollanda. önceden soğuk lan, ne işim var derdim. şimdi soğuk da neymiş diyorum. yerde 4 ay kar kalan memlekette halimden memnunum. hatta her gün tipide fırtınada okula yürürken ay ne güzel kar yağıyooooooo diye polyanna tarzı demeçler veriyorum telefonda anneme. Kadın da ocak ocak gelmeye kalkıyo sonra, zor ikna ediyorum gelme diye (bi de hınç yapıyo, hani çok güzeldi, ben gelmiyim diye mi soğuk diyosun diye. nalakası var, keşke gelse de yemek ve temizlik yapmak zorunda kalmasam. allaam eve geldiğimde yemek olmasından güzel daha ne olabilir ki? ama korkuyorum düşer bi yerini kırar diye. obamacan hala bi ilerleme kaydedemedi zira sağlık sektöründe, bin dolar vermeyelim acile gidip!). e demek ki kuzeyin havasına da alışırım. insanlar güzel, refah seviyesi yüksek, İstanbula yakın, personal space tavan yapmış, vodkalar gani gani, güzel şehirler yapyakın... tek kötü tarafı beresiz yaşanmaz ve de giysilerimden en sevdiklerim yazlık elbiselerim. o konuda çok kararsızım işte. nası giycem yılların birikimini?

Elbise demişken, şu şahane elbiseye de bi bakış atmadan geçmeyelim:



Hasta oldum kendisine, hatta aşıkım! çok pahalı bu antropologie denen marka, gitmiyorum bile tükkana. ama arada siteye girince böyle bi dertler kederler sarıyo beni. yannız geçen gün ikinci el giysiciden bi şort aldım 5 dolara, eve geldim bi baktım bu marka. allaaam nası sevindirik oldum! yaşasın ikinci el!

Neyse, ben gideyim örümcek ağlı ve örümcekli ve rutubet kokulu ve korkunç zemin kattaki her yıkamada giysilerimin içine daha da eden çamaşır makinesinden çıkarayım ıslakları da asayım. güya dünyanın en ileri memleketlerinden birindeyiz. kıçım! ulan banyosunda süpersonik çamaşır makinesi olmayan, merdaneli makineyle 27 dakkada temizliğe ulaştığını zanneden ülkeden ne beklenir ki? bi de bu zemin katlar hep böyle sik gibi olsun, insana benzemesin, seri katil yuvası gibi kalsın diye bi kural mı var anlamıyorum. ya her inişte korkuyorum! çamaşır makinesine giden en az örümcek ağlı yolu belirledim, hep aynı adımları atıyorum, yere bişiyim düşücek diye ödüm kopuyo. ilk başta bi böcek ilacı basayım diyodum, ama korktum sonra, ya bu sefer üst katlara kaçarlarsa? geçen seneki günde bir örümcek iki centipede bir yavru fare ortalamalı evimden sonra bu odayı tutmamdaki en önemli kıstas böceksiz örümceksiz oluşu oldu. dört aydır sadece bi kez örümcek gördüm odada. hiç arttırasım yok bu sayıyı.

Üff ay heyt beyzmınts!

Ha bi de; centipede şu oluyo, korkmayan varsa korksun deyü ekliyorum. bence kendisi yeryüzündeki en iğrenç varlık (bi kısım insan hariç tabi). öncelikle insandan kaçmıyor hatta geceleri insanın ağzında yüzünde yürüme riski var. bi sabah uyanıp yatağımın kenarında görmüştüm bi tane. o anki hislerimi anlatmakta kelimeler kifayetsiz kalır. ki yatağın çevresini ne biçi m böcek ilacı ritüellerine tabi tutmuştum, hani artık olsa olsa tavana çıkıp kendi bırakırsa yatağa ulaşabilir diye düşünüyodum (yapıyolarmış bunu ayrıca). yetmemiş ilaç milaç. bi daha da huzurla uyumadım zaten o evde. bunlar bi de o kadar hızlı hareket ediyo ki gördüğün an öldürmezsen bi daha bulamıyosun. işin kötüsü ben öldüremem öyle terlikle falan, uyguladığım gücün altında bişiyin can vermesi çok korkunç geliyor. illa böcek ilacını aracı yapmak lazım. eski odanın her yanında böcek ilaçları vardı, gördüğüm an uzanıp alıp sıkma mesafesinde. ama spreyle öldüklerini de sanmayın. tek çare şişenin yarısını sıkıp oksijensiz bırakıp öldürmek. büyük ihtimalle o bi sene içime çektiğim böcek ilaçlarından ben de pek fazla yaşamam. neyse işte resmi:

iyk!

2010/01/01

Soul Kitchen! Seni ne zaman izleyebilicem kim bilir!!


(Başlıkla yazının alakası yok, disclaimer veriim)
(Öte yandan tam 5 ay sonra İstanbul'da buluşabilicem kendisiyle anca. Çok üzülüyürüm!)
(Ama diğer öte yandan D.O.M'a ısmarladım, bulursa dvd getircek türkiyeden! yihuu! Bu durumda randevumuz 15 ocak olacak. Susan Millercıım 17 ocakta soulmate'imle tanışacağımı söylemiş, acaba soul mateten kastı soul kitchen mı sadece? ahhh, que fatal!)


Zaten yazı karakterlerine, fontlara, harf dizaynlarına (bunların hepsi aynı anlama geliyo len denyo diyebilirsiniz, hiç mühim değil) bayılırdım; typography sergisi, dergisi, kitabı diye ağlardım; şimdi de başıma yeni dert aldım, kitap kapağı tasarımlarına merak sardım. Ama sarınmayacak gibi de değil ya. Mesela şunu gördüm geçen gün, ne muhteşem yapmış adam yav!

Orwell'in 1984'ü:



Bunlar da iç kapak:


Ne güzel işler yapıyor insanlar! Ama onların yaptıkları bu güzel işler yüzünden ben her kitabın her farklı baskısını istiyorum! Mesela Penguin habire yeni serisini çıkarıyo klasiklerin. Uğultulu Tepelerin güzelliğe bak:



Arka kapakta da bu şekilde Heathcliff var. Aşk ve Gurur, keza, şahane:




Ay evet yine kaybettim kendimi, ekliyorum bi kaç tane daha:








Hele bundaki yazı karakterleri de müthiş olmuş, Prens'e bauhaus kapak yapmış adam resmen!


Bu da herhalde bu kadar iğrenç olup çevrelediği kitaba bu kadar da uygun olacak az kapak tasarımından biridir:



Bu posta artık bi son verip yeni yılın bana bol bol güzel tasarımlı kitap getirmesini umucam.

Bi de, yeni yıl ve beklenti demişken, beni liv tyler yapmasını rica ediciğim kendisinden. umut fakirin ekmeği, dilemek bedave. and finally, yes i am klişe.

Yaklaşık bir saattir bağara bağara telefonda konuşan ev arkadaşımın bir türlü demediği o güzide kelimeyle gidiyorum: ok, bye!


 
Blogger design by suckmylolly.com